28 Aralık 2012 Cuma

Oradan, buradan, havadan, sudan - 19

Geçti gitti gene koskoca bir yıl...

Bize dayatılmaya çalışılan yalan dolan haber ve olaylara değinip iç karartmak istemiyorum, geri dönüp bakınca bu açıdan çok kötü bir yıl olmuş, onu görüyorum. Ama umarım insanoğlu aklını kullanır diyorum, pek umudum olmasa da.

İnsan ve hayvan haklarının çok fazla ihlal edildiği, öte yandan da çok yalan dolan haber yapılan bir sene oldu. (Özellikle Suriye konusu - aptal değiliz, bölgeyi bilenler, bölgeden olanlar, bölgede yaşayanlar da var bu kandırmaya çalıştıklarınız arasında)

Güzel şeyler tabii ki oldu olmasında da, o kadar keyifsizlik içinde içimize bile sinemedi.

Ben geri dönüp baktığımda, benim için seneye damgasını vuran önemli şeylerden biri, içimi biraz olsun umutla dolduran işlerden biri Kasım ayında Antrepo No.3'te açılan Ahmet Güneştekin'in "Yüzleşme / Encounter" sergisi.

Bu kadar yalan, dolan, riya, kötülük üstüne böyle bir şey iyi geldi bana. Gerçi sergi sizi her şeyle yüzleştiriyor. Siz ama zaten bu konularda yüzleşebilecek ahlâka sahipseniz, sizi başka şeyleri de cezbediyor serginin: işin tarih boyutu vs.

Çok sağlam ve etik duruşu olan bir iş. Yapılmış en iyi iş denebilir bugüne kadar Türkiye'de, ta ki Ahmet Güneştekin bir sonraki işiyle daha iyisini yapana kadar.

Ben sergi ile ilgili bir yazı yazdım, ardından bir yazı dizisi başlattım "Güneşe yazılan Yazılar" adıyla. Bu yazı dizisindeki yazılar Ahmet Güneştekin'in "Yüzleşme" sergisindeki eserlerden esinlenen yazılar. Şu ana kadar dört tanesi bu ve diğer blogum olan Taş Kahve'de yayınlandı. Yazı dizisini 12 bölüm olarak planladım.

Yarın Mardin'e gidiyorum. Yılbaşı'nı Mardin'de geçireceğim. Seviyorum bu adeti. Çok da özledim. İyi gelecektir mutlaka bana.

"Mardin - Güneş Ülkesi" adlı kitabım Ocak ayında E-Yayınları'ndan çıkıyor. Çok içime sinen bir iş oldu bu kitap. Çok uğraştım, didindim, yılların birikimi, bilgisi, sevgisi... Her şeyden biraz aktarmaya çalıştım kitaba. Umarım yolu açık olur.

Bu arada diğer kitap projeleri de yolunda yürümeye devam ediyor. Öncelikle romanımı yazmaya son hız devam ediyorum. Şu anda 1/4'i ile 1/3'i arası diyebileceğim kadarıyla yazıldı roman. Dramatik kurgu, aksiyonlar vs. belli romanda. Başı, sonu her şey sabit. İş yazmaya kaldı. Ben de yazıyorum. Bilmeyenler için: Pargalı İbrahim Paşa'nın romanı. Ama öyle saray hanedanı, Hürrem, Süleyman vs. yok romanda, yalnızca İbrahim Paşa çevresinde dönüyor olay ve bu bir kurgu roman, 16. yüzyıl ile 21. yüzyıl arasında İbrahim Paşa Sarayı'nın dehlizlerinde geçiyor.

Diğer bir proje ise, bugüne kadar yazdığım deneme yazılarımın en iyilerinden, en sevdiklerimden bir seçmece. Aslında o proje hazır ve bekliyor ama "Güneşe Yazılan Yazılar" da bitince, onu da katıp o kitap projesini de tamamlamayı istiyorum.

Yani bu durumda, bahara kadar yetişmesi gereken bir İbrahim Paşa projem var öncelikle, sonra da diğer işler.

Bu arada, herkes soruyor, "Son Vapur" ne oldu diye. Son Vapur bilindiği gibi çok özel bir proje, bir uzun metraj film senaryosu, bir yüzleşme, bir Hrant Dink projesi. Yeni yılda onunla ilgili de bazı düşüncelerim var. Öncelikle okutmak istediğim biri var, onun fikrini aldıktan sonra düşüncelerime, projeme ve yoluna bakacağım Son Vapur'un... Son Vapur kenara konacak, rafa kaldırılacak bir iş değil. Bu benim değil, otorite kabul edilecek kesimlerden gelen yorum. Bakalım, su yolunu bulur diyelim...

Yeni yılda başka projelerim de var, artık bakalım... Bazıları turizme yönelik. Hep beraber göreceğiz.

Ben Mardin'de Mezopotamya ovasına bakarak gireceğim yeni yıla. Umarım herkes için hayırlı bir yıl olur.


22 Aralık 2012 Cumartesi

Güneşe Yazılan Yazılar - 4

ÇAĞ TUFANI

Nice mutlu yıllara... İyi ki doğdun... İyi ki varsın...

***

Güneş son ışıklarıyla akıllara durgunluk veren bir renk cümbüşü yaratmıştı Mezopotamya ovasının üstünde.

Renkler güneşe tapınır gibi dans ediyorlardı.

Çocuklar top oynamayı, tarladaki adamlar ellerindeki orakları, kadınlar terasta astıkları çamaşırı, yaptıkları yemeği bırakmış ellerini gözlerine siper etmiş ovadaki bu dansı seyrediyorlardı hayran hayran.

Mezopotamya ovasında zaman durmuştu sanki...

***

Göklere yükselir gibi uzanan bir taş binanın yüzlerce yıllık güzel ahşap kapısı iki yana açıldı yavaşça. Gözleri kör edecek kadar kuvvetli bembeyaz bir ışık yayıldı her bir yana. Bir kadın çıktı ışığın içinden. Bembeyaz bir elbise vardı üzerinde. Gözünde de beyaz bir bant. Yavaşça yürüdü. Çıplak ayaklarını dikkatle basıyordu yere.  Bir iki adım attı ve durdu. Sanki bir şeyler görmeye çalışır gibi başını hafifçe yukarı kaldırdı, ardından da sağ elini. Kadın elinde bir terazi tutuyordu iki kefesi de aynı hizada duran. Işık arttı, bir rüzgâr esti, kadının saçlarını dağıttı. Rüzgâr kuvvetlendi, yerden kalkan tozlar kadının etrafında dönmeye başladı. Kadının saçları uçuyor, etekleri yerden hafifçe havalanıyor, elindeki terazi sallanıyordu. Birden kadının arkasındaki kapı büyük bir gürültüyle kapandı. Ortalık karanlığa gömüldü.

***

“Kızma sarı Kraliçem, o tatlı gülümsemenle iyi geceler dile bana” dedi ovaya bakarak oturduğu yerden Adam.

Kadın bozulmuş gibi dudağını bükerek saçına dokundu elleriyle, kaşları çatılmıştı üzüntüyle.

Adam bunu fark etti gözünün ucuyla ve ovaya bakmaya devam ederek Kadının elinin üstüne elini koyup hafifçe okşayarak gülümsedi ve “Ovaya diyorum, Mezopotamya’ya…” dedi.

Kadın ellerini çenesine dayayıp uzaklara baktı.

Güneş iniyordu ufukta.

“Birazdan denize dönecek her yer” dedi Kadın gülerek ve güneşe bakmaya devam ederek.

“Karanlıktan sonra hangi renkler gelir biliyor musun?” diye sordu Adam.

Kadın güneşe bakmaya devam ederek “Bilmiyorum…” dedi.

“O halde gözlerini kapat…” dedi Adam.

Kadın gözlerini kapattı.

“Ne görüyorsun?” diye sordu Adam.

“Güneşi…” dedi Kadın gülümseyerek ve gözleri kapalı.

“Hile yaptın…” dedi Adam.

Kadın gözlerini açtı,  muzip bir şekilde gülerek omuzlarını silkti.

“Haydi, bu sefer hile yapmak yok” dedi Adam, “kapat gözlerini…”

Kadın gözlerini kapattı.

“Suyun içine dal şimdi de… Bakalım ne göreceksin…” dedi Adam.

Kadın gözlerini açtı. Şaşkın şaşkın bakıyordu Adama: “Ne suyu?” diye sordu.

“Bu ovanın suyla kaplandığını düşün, her yerin suyla dolduğunu, tufan olduğunu…” dedi Adam.

“Tufan mı?” diye sordu şaşkınlıkla Kadın.

***

Çıplak ayaklarını dikkatle yere basıyordu kadın. Yavaş yavaş ilerlemeye başladı rüzgârın içinde. Sağ elinde terazisini tutuyordu. Gözleri bağlıydı. Beyaz uzun elbisesi uçuşuyordu. Kollarını iki yana kaldırdı, terazisi rüzgârda uçtu elinden. Biran durdu kadın, sonra gülümsedi. Elbisesi kol bileklerinden aşağıya doğru dümdüz iniyor ve rüzgârda oraya buraya savruluyordu. Kadın kolları iki yana açık yürümeye devam etti.

Toprak ıslanmaya başlamıştı, yürümekte zorlanıyordu. Etekleri ıslak toprağa değiyor ve kirleniyordu. Beyaz renk garip bir kahverengine dönüşüyordu.

***

“Evet, tufan” dedi Adam Kadına bakarak.

“Tufan neden olur ki?” diye sordu Kadın sesini alçaltarak.

“Aslında bir cezadır tufan haksızlıklara, adaletsizliklere karşı. Doğanın bir isyanıdır. Tufan temizler tüm bu adaletsizlikleri, kötülükleri. Dünya ilk baştaki haline döner. Yenilenir. Temizlenir. Eskimiş her şeyin sonudur. Başa, özüne döner her şey” dedi Adam.

Kadın gülümsedi “Nuh tufanı gibi” dedi.

“Evet” dedi Adam, “daha pek çok tufan hikâyesi var bu topraklarda sayabileceğin; ‘Gılgamış Destanı’nda olduğu gibi, sayısız, sonsuz hikâye var ararsan”

“Ben de bir tane biliyorum” dedi Kadın gülerek “Philemon’la Baucis hikâyesindeki gibi”

“Dedim ya, saymakla bitmez” diye gülümsedi Adam Kadına.

***

Kadının ayak bileklerine çıkmıştı su. Kollarını iki yana açtı ve kendi etrafında dönmeye başladı.  Rüzgâr saçlarını uçuruyordu.

Kadın yürümeye başladı gene. Sular da yükselmeye devam ediyordu. Artık zorlanıyordu iyice yürürken. Sular beline kadar yükselmişti.

***

“Peki neden tüm o efsanelerde hep sonunda bir iki kişi ve belki bazı hayvanlar kurtulur? Herkes mi kötü? Adalet bu mu?” diye sordu Kadın.

“Su ne bulursa alıp götürür. Yoktur adaleti şaha kalkınca. Suya gömülünce adalet mi kalır? Sular kaplayınca etrafını, karanlığın içine gömülür dünya bir anda. Işığa çıkmak için uğraştıkça girdabında boğulur suyun…” dedi Adam.

“Ben anlamadım ” dedi Kadın önünde uzanan Mezopotamya ovasına bakarak “kendini mi temizliyor, insanlığı mı kurtarmaya çalışıyor dünya?”

“Hiçbir şeyin onu karanlığa sürüklemesine izin vermezse, hep ışığı takip edip, yüzünü güneşe dönerse, karanlıkta bile güneşi ararsa kurtulur insanlık…”

“Hoşgörü mü?” diye sordu Kadın.

“Hayır” dedi Adam, “kabul etmek…”

Kadın Adama baktı soru soran bakışlarla.

“Adalet ancak böyle gelir, karanlıkla ışığın arasındaki mücadele ancak böyle biter” dedi Adam.

“Işık kazanır…” dedi Kadın uzaklara bakarak.

“Evet” dedi Adam ve ekledi “kötülük kaosu doğurur ve sonra dinginleşir. Ama her sefer bir çağ tufanıdır yaşanan.”

***

Kadının göğsünden yukarıya çıkmaya başlamıştı sular. Kollarını iki yana açmış dönüyordu etrafında.

Gözlerindeki bant duruyordu, saçları savruluyordu rüzgârdan.

***

“Ruhlar için ölümdür suya dönüşmek ve ruh yeniden doğar sudan…” dedi Adam.

“Anka’nın küllerinden doğduğu gibi” dedi Kadın.

Kadın oturduğu yerden kalktı, ovanın üstünde kaybolan güneşe bakmaya başladı. 

Adam da yerinden kalkıp Kadının yanına geldi ve omzundan tutup kendine doğru çekti.

“Karanlıktan sonra hangi renklerin geldiğini anladın mı şimdi?” diye sordu Adam Kadına.

Kadın başını Adamın omzuna yasladı ve batan güneşe bakmaya devam ederek “Galiba…” dedi.

***

Uzaktan bir müzik sesi duyuldu. Güzel bir melodi sardı etrafını kadının. Başını göğe kaldırıp gülümsedi. Bir erkek sesi melodiye eşlik ediyordu şarkı söyleyerek:

“Kızma bana sevdiceğim, gözümün nuru,
Kızma bana, uzak diyarlara gittiğim için gözbebeğim
Kuş olup geleceğim tekrar senin yanına.
Pencereni aç sarı kraliçem,
O tatlı gülümsemenle iyi geceler dile bana
Kızma bana sevdiceğim, gözümün nuru,
Kızma bana, seni bıraktığım için gözbebeğim
Yaklaş ki seni görebileyim
Sana veda edebileyim”

Sular kadının başının üstüne çıkmış tüm ovayı kaplamıştı. Kadın suyun dibine doğru çekilirken gözünde bant, kolları iki yana açık kendi etrafında dönüyordu hâlâ.

***

Ovanın üstünde renklerin dansı bitmişti. Çocuklar toplarını alıp evlerine doğru yürüdüler, tarladaki adamlar oraklarını sırtlarına vurup evlerine doğru yola çıktılar, kadınlar çamaşırlarını toplayıp, yemeklerini ateşten alıp yer sofralarını kurdular.

Güneş kızıla boyadığı taş evlerin üzerinden herkese veda edip yerini geceye bırakmaya hazırlanıyordu. Yavaş yavaş ufukta kayboldu. Mavinin tonlarına boyandı ova, her geçen dakika koyulaşan o mavinin tonları, Mezopotamya ovasını biraz sonra koskoca bir denize çevirecekti.

Not: "Güneşe Yazılan Yazılar" yazı dizim Ahmet Güneştekin'in "Yüzleşme" sergisindeki eserlerden esinlenerek yazılan deneme yazılarından oluşmaktadır.

Bu hikâye, sanatçının Çağ Tufanı adlı eserinden esinlenerek yazılmıştır.

Hikâyede bahsi ve sözleri geçen şarkı Georges Dalaras'ın söylediği Stavros Kougioumtzis'in ölümsüz eseri "Mi mou thimonis matia mou"dur.


15 Aralık 2012 Cumartesi

Oradan, buradan, havadan, sudan - 18


Gene aynı laflarla başlamayayım dedim bu sohbete ama ne mümkün. Son “oradan, buradan, havadan, sudan” sohbet yazımı yazalı neredeyse iki buçuk yıla yakın zaman olmuş.

Ama doğru, ben bir aralar nedenini de bilmiyorum ya, buralara bir küstüm, çektim gittim, bloglarımla hemen hemen hiç ilgilenmedim.

Hani vardır ya, dersiniz bazen, “alıp başımı gideceğim” ama uygulayamazsınız pratikte, bunun gibi bir şey olmuş. Sanırım bedenim buralarda kalsa da ruhum başka yerlere gitmiş işte.

Aslında şöyle bir düşünüyorum da, hiçbir şey de yapmadığım söylenemez. Hatta belki fazlasıyla meşgul olduğum için de oldu böyle bir durum.

Neyse gelelim şimdi bugüne, bakalım önümüze ve bundan sonrasına.

İçinde bulunduğumuz ve bitmek üzere olan 2012 yılı aslında yerine göre iyi, yerine göre kötü denebilecek olaylarla geçti gitti işte.

Ben bu Aralık ayını pek severim, sonuna kadar da sindire sindire yaşamaktan zevk alırım. Laf aramızda, Aralık ayı da beni sever ama…

Bu seneyi ben aslında yılların birikimini kitap yapma kararımı uygulamaya koymakla geçirdim diyebilirim.

Evet, 2012 bu nedenle unutamayacağım senelerden biri olacak.

Mardin hakkında kitap yazmaya karar verdim. Aslında hiç niyetim yoktu. Bambaşka şeylerin kitaplaşmasını düşünüyordum, kafamda bir sürü proje uçuşuyordu.

Bir meslektaşım bir gün bana dedi ki, “bırak bu konuları, asıl önce bir Mardin kitabı yaz.”

Düşündüm taşındım ve etraftan da gelen olumlu tepkilerle, neden olmasın aşamasına geldim ve birkaç eş dost vasıtasıyla da birdenbire kendimi kitap yazma kararı almış, hatta en kısa zamanda yayınlanması gereken bir kitabın taslağı elinde olan biri olarak gördüm.

Eteklerim tutuşmaya başladı. Nasıl olacaktı? Elimde yazılmış bir sürü şey vardı evet, onca yıldır Mardin hakkında araştırma, çalışma yapan biriydim sonuçta ama kitap yazmak başka bir şeydi.

Bir gün gene acımasız bir dostum, kendisini editörüm diye adlandırsam yeridir, haydi bakalım, yaz kitabı, görelim, yayınlanır nasıl olsa deyince, ben de olumlu düşünmeye başladım.

Aynı kişi, “kafandaki plan nedir” diye sorunca (bu soruyu sorduğunda aylardan Nisandı) ben de “2013 Mart gibi” cevabını verdim, baharda bir zaman basılır zaten dedim.

Aldığım cevap bomba gibi düştü kafama: “Bir ay vaktin var, haydi birkaç gün de benden, Haziran başında kitap taslağını okumak üzere bekliyorum”

Ok yaydan çıkmıştı bir kere, hayır diyemezdim. Eve gidip kara kara düşünmeye başladım. Üstelik önümde bir sürü de yapmam gereken tur vardı, tur esnasında yazmak imkansızdı. Yani yazmasına yazarsınız da, kitap için çalışmak ne mümkün?

Sonra aklıma geldi, Nükhet dedim, sen Mardin Valiliği için Şehir Planı /İl Haritası çıkarttın, bir sene çalıştın, bir sürü yazı yazdın, onları al eline, öncelikle elinde ne var bir bak bakalım.

Nitekim elimdeki belge ve bilgileri ciddi bir ayıklamaya gittim. Ortaya hoş bir tablo çıktı. Kitap yazacak malzeme vardı ve hatta hazırdı. Onca yılın emeği önümde dağ gibi duruyordu. Bir de kendi tarzımı kattım mı kitaba iş tamamdı…

Nasıl bir şey hayal ediyorsan onu yap demişti herkes bana, ben de ona göre bir kalıp oluşturup yazdım çizdim.

Kitabım okunsun istiyorum dedim her şeyden önce, insanlar alıp fotoğraflarına bakıp bir köşeye atmasınlar, her an yanlarında olsun istesinler, otelde unutmasınlar vs.

Şükürler olsun ki, her adımda doğru kişiler kitaba el attılar. (Onların hepsine tek tek kitapta teşekkür ettim.)

Önce ham malzeme ciddi bir kontrolden geçti, bu ciddi eleştiriler ve incelemeler sayesinde kitabın yol haritası çizildi.

Kitap yazıldı, ciddi editler geçirdi, yayınlayacak yayınevi belli oldu, E-Yayınları.

Dün kitabın dizgiden gelen çıktısını elime alınca nasıl bir süreçten geçtiğimi hatırladım ve çocuklar gibi mutlu oldum.

Daha yapılacak bir sürü iş var ama artık mutlu son yakın. Sevgilim Mardin’e yeni yılda vefa borcumu tamamen ödemese de en azından bir ufak hediyem olacak bu kitap.

Bu sene başka şeyler de oldu tabii.

Tam kitaba oturmuşken uzun süredir kafamda olan bir başka kitap projesini de hayata geçirme kararı alıverdim.

Çocukluğumdan beri tarihte en sevdiğim dönemlerin başını 16. yy’ın ilk yarısı çeker, en sevdiğim karakter ise Pargalı İbrahim Paşa’dır. Uzun zamandır kafamda İbrahim Paşa Sarayı’nda (bugünkü Türk ve İslam Eserleri Müzesi) geçen bir kurgu roman fikri vardı. İbrahim Paşa’nın ölüm yıldönümü olan 15 Mart’ta Paşa’nın mezarıydı, eviydi derken dolaşıp elimdeki tüm bilgi ve belgelerden bir roman yazma sevdası doğuverdi.

Fakat acımasız editör Mayıs ayında benim iki kitaba birden konsantre olmama karşı çıkarak o projeyi dondurdu. Ben her zamanki gibi söz dinledim. Koydum bir rafa projeyi, Mardin kitabıma yoğunlaştım.

Mardin kitabımın yayınlanmaya hazırlandığı bu günlerde de Paşamın romanına hız verdim.

İbrahim Paşanın romanı şöyle: Nihal profesyonel turist rehberi ve sanat tarihçidir. Türk ve İslam Eserleri Müzesi’nde bir projeyi yürütmek için teklif alır ve kabul eder. İbrahim Paşa’nın sarayı olan müzenin dehlizlerinde Nihal’i 16. yüzyıl ile günümüz arasında gidip gelen bir macera beklemektedir.

Bu roman da bittikten sonra aynı yayınevinden yayınlanacak inşallah.

Ben biraz garip biriyim yazmak konusunda sanırım, eğer ilham perim geldiyse, ortama bakmam ve yazarım. Bu belki de bazen büyük ve hatta büyülü bir avantaj. Bu sıralar her yerde not alıyorum, sonra bilgisayar başına geçip harıl harıl yazıyorum.

2012 senesinin en büyük olayı ise Ahmet Güneştekin ve muhteşem sergisi “Yüzleşme”.

Ben bu sergi için bloglarımda bir yazı yazdım ve o yazım sanatçının web sitesinde yayınlandı. Bu nasıl bir duygudur bilemezsiniz…

Beni tanıyanlar ve okuyanlar bilirler, deneme yazıları yazarım. Edebiyat türleri içinde en zoru şiirdir, ama deneme yazısı da zor bir şeydir, çünkü çabuk tüketilir. Sizin belki de onca yıllık birikimleriniz sonucu yazmış olduğunuz bazı şeyler kayıp gider, kaybolur…

Ben de uzun zamandır deneme yazılarım içinden en sevdiklerimi kitaplaştırma derdindeydim. Mardin kitabı yazmalısın diyen dostum, önce Mardin kitabın çıksın sonra bakarız demişti. Haklıydı da.

Şimdilerde düşüncem Mardin kitabımın ardından İbrahim Paşamın romanının yayınlanması, sonra da deneme yazılarımın. Toparladım da sevdiğim yazılarımı, hatta benim şu acımasız editör onları sınıflandırdı, gruplara ayırdı, bir şeyler yaptı. Ama bitmiyor ki deneme yazısı, bitmiyor ki yazmak!

Ahmet Güneştekin’in sergisindeki eserlerden esinlenerek yazılacak olan bir yazı dizisi başlattım geçtiğimiz günlerde. Planladığım, 12 deneme yazısından oluşan bir dizi. Şu ana kadar üç tane yazdım ve bloglarımda paylaştım.
Bu yazı dizisini deneme yazılarımdan oluşacak olan kitap projeme katıp o kitabı tamamlamak niyetindeyim. Sonrasına da bakarız artık.

Daha sırada başka kitap projeleri var. Bir arkadaşımın hayat hikayesinden oluşturacağım 18 kadın hikayesi ve Lübnan’daki iç savaşta geçen bir roman önümüzdeki zaman diliminde hayata geçirmeyi düşündüğüm projelerden bazıları.

Yeni yıl geliyor ama daha önümüzde Aralık ayında yaşanacak onca güzel gün var. Benim daha aklımda pek çok ufak tefek şey var.

Yeni sene farklı geliyor. Rehberlik yaşamımda da değişikliklerin, yeniliklerin olacağı bir sene olacağı belli oldu.

Yaşayıp göreceğiz…

9 Aralık 2012 Pazar

Prokopi Pera... Bir Vazgeçilmezim...



Benim için Prokopi, şımarmak ve şımartılmak demek.

Prokopi en güzel yemekleri yiyebileceğiniz, en harika müzikleri dinleyebileceğiniz, en iyi içkileri içebileceğiniz, kendinizi kendinize ait bir sarayda hissedeceğiniz bir mekân.



İnanın abartmıyorum. Ama nasıl oluyor da bu kadar muhteşem bir duyguyu sizlere yaşatabiliyor bu mekân?

Alex ve Yudum bu sorunun cevabı.


Tabii personeli de unutmamak lazım. Kendiniz iyi hissetmeniz, orada geçirdiğiniz anın tadını çıkartmanız için ellerinden geleni yapıyorlar hep birlikte.

Dekorundan mutfağına her şey harika.



Mutfağı zaten tartışılmaz Prokopi’nin. Türk, Ermeni, Rum ve Avrupa mutfağından pek çok şey sunabiliyorlar. Ama benim her zaman favorim, mezeleri. Özellikle de, ah o topik ah! Yemek konusunda da harikalar. Müşterisini misafir olarak görmenin getirdiği bir duyarlılıkla, bazen listede olmayan bir şeyi yaratıverirler bir anda, öyle bir lezzettir ki, tadı gerçek anlamda damağınızda kalır.

Geçende kız kardeşim Zeynep Everi ve ben Amerika’dan gelen bir akrabamız ve eşiyle buluşup yemek yedik. Mizyal ve Peter ‘siz seçin yeri’ deyince Zeynep ve ben hiç düşünmeden ‘Prokopi’ dedik. Çünkü biliyoruz ki, bayılacaklar.

Nitekim öyle de oldu. Baba tarafından akrabamız sevgili Mizyal’in kocası Alman asıllıdır ama Türk gibidir. Büyükbabamızı, babamızı, amcamızı, babaannemizi velhasıl aslında tüm aileyi gayet iyi tanır ve oldukça uzun yıllar çok iyi dostluğu olmuştur. Aynı şekilde Türkiye'yi ve Türk mutfağını da bilir.

Sevgili Alex’in o gece bize hazırlattığı mezeler benim için gayet normal, her zaman bildiğim tatlardı. Prokopi’nin mutfağıydı işte. Ama Peter’in yorumu çok hoştu: “Ben onca senedir Türkiye’nin her yerinde pek çok mekânda yemek yedim, İstanbul’da bilmediğim yer yok gibidir. Burada yediğim meze gibi meze hiçbir yerde yemedim. Her şey harika, inanılmaz bir tat. Sevgi katılmış gibi içine yediğin her şeyin…” dedi.


Haklı… Çünkü Prokopi’nin mutfağında aşk var. Prokopi’deki sihir de bu zaten.
Her zaman bir sürpriz, bir yenilik vardır Prokopi’de.

Geçenlerde muhteşem bir geceye denk geldim. Duduk ustası Suren Asatryan ve Ashot Vardaryan (piyano, vokal) muhteşem bir müzik ziyafeti sundular.



Cuma ve Cumartesi geceleri canlı müzik oluyor genelde.  Yunanca, Ermenice, Türkçe ve daha neler neler. Müziğe, dansa, yemeğe, içmeye, eğlenceye doyuyor insan. Kaçırılmaz.

Ayrıca Prokopi iki katlı mekânıyla özel her türlü toplantı için de uygun bir yer. Her türlü isteği karşılayabiliyorlar ve ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar sizin iyi ve kaliteli vakit geçirmeniz için.

Ben severim dışarıda geçirilen kaliteli vakitleri, yemeği, içmeyi. O yüzden de seçiciyimdir. Bu salaş bir meyhane de olabilir, illa beş yıldız lokanta olması gerekmez. Birçok yer sayabilirim gitmekten zevk aldığım.

Ama herkesin bir favori mekânı vardır. Benimkisi de Prokopi.

Sevgili Alex & Yudum ve tabii tüm emeği geçenler, ne sizin dostluğunuzdan ne de Prokopi’den vazgeçemem ben. İyi ki varsınız…

PROKOPİ BEYOĞLU

Kurabiye Sokak No. 17 Beyoğlu - İstanbul

Tel: 0212 - 292 59 76

6 Aralık 2012 Perşembe

Güneşe Yazılan Yazılar - 3


GÜNEŞE AŞK


Güneş yakıyordu sarı sıcak topraklarını Mezopotamya’nın…

Kadın, Adama baktı, çayından bir yudum alıp: “Sıcak” dedi.

Adam önündeki kahve fincanının sapından tutup, tabağın üstünde sağa sola çevirerek ve fincana bakarak: “E bekle, içme hemen” dedi.

Kadın gülümsedi Adamın fincanı tutan eline bakarak. “Çay değil hava” dedi çay bardağını ince belinden kavrayarak tabağına koyarken.

Adam başını kaldırıp Kadına baktı. Kadının saçındaki incecik bir örgüye tutturulmuş olan tavus kuşu şeklindeki altın toka, üstüne vuran güneş ışıkları ile ışıldadı. Adam gülümseyerek elini tokaya uzattı ve dokunup fısıldar gibi: “Tavusê Melek” dedi. Kadının gözleriyle buluştu gözleri. Gülümsediler ikisi de. Adam başını çevirip uzaklara baktı: “Evet, hem de çok sıcak” dedi, “Sıcak… Sarı sıcak…”

Kadın Adamın baktığı yöne, önünde uzayıp giden Mezopotamya ovasına doğru çevirdi bakışlarını. Hafif bir sesle “sarı sıcak” diye tekrarladı

Kadın dirseklerini masaya koyup ellerini çenesine dayadı. Gözlerini kapadı ve hafif hafif sağa sola doğru sallanırken yüzüne bir gülümseme oturdu.

Adam Kadına baktı ve gülümsedi… “Ne o?” dedi, “Daldın gittin”.

Kadın gözlerini açtı, kollarını kavuşturdu masanın üstünde, gülümseyerek 
Adama baktı: “Gözümün önüne ayçiçeği tarlaları geldi” dedi. “Tüm Mezopotamya ovasını kapladıklarını hayal ettim.”

“Mezopotamya ovasını mı?” diye sordu hayretle Adam.

***

Ayakları çıplaktı Kadının. Üzerindeki beyaz düz elbisesinin etekleri yerlere değiyordu. Toprak sıcaktı, taşlar çıplak ayaklarını acıtıyordu. Önünde uzayıp giden ovaya baktı. Kızıl saçları omuzlarına dökülüyordu. Ufuk çizgisinde yükselmeye hazırlanan güneşin ışıkları aydınlatıyordu ortalığı.

Kadın yavaş adımlarla yürüyordu. Dikkatle basıyordu ayaklarını yere. Yanıyor muydu, acıyor muydu ayakları?

Yürüdüğü yol üzerinde sağ tarafta bir çeşme vardı. Çeşmeye baktı ve oraya yöneldi.  Çeşmeden cılız bir su akıyordu. Yaklaştı Kadın, eğildi, önüne düşen saçlarını arkaya atıp ellerini birleştirip avuçlarını açtı ve suyla doldurdu,  yavaşça içti suyu…

Tekrar uzattı avuçlarını akan suya ve suyla doldurduğu ellerini yüzüne götürüp tüm yüzünü ıslattı. Tekrar uzattı avuçlarını suya ve bu sefer boynuna götürdü ve ensesine doğru hareket ettirdi ellerini, boynunu ve ensesini ıslattı.
Hafifçe doğruldu yerinde… Yürümeye devam etti…

Epeyce yürüdü Kadın… Artık gözünün önünde uzayıp giden ova ve ufukta yükselmeye hazırlanan güneşin ışıkları dışında bir şey görünmüyordu.

Kadın yürüyor,  güneş yavaş yavaş yükseliyordu.

Güneşin karşısına geçti Kadın. Mezopotamya ovasını bir renk cümbüşü sarmak üzereydi.

Ellerini göğsünde bağlayarak durdu.

“Ey Şê Şims, bizi kötülüğe ve düşmanlığa karşı koru!
Tanrı milletime karşı merhametli ol!
Tanrı, milletimi çoğalt!
Tanrı, çocuklarımızı koru!
Tanrı, sürülerimizi koru!
Tanrı, şehadetimiz Tavusê Melek’in adıdır!” dedi ve biraz durakladı, başını sağa doğru eğip göğsüne doğru indirip dizlerinin üstüne çöktü, secde etti ve yeri öptü.

Kadın yavaşça dizlerinin üstünde doğruldu ve yerinden kalkmadan güneşe bakmaya başladı.

Güneş yavaş yavaş yükseliyordu. Birazdan herkes uyanacak, işine gücüne koşturacak, sabanlar tarlaları sürecek, çocuklar bağırıp çağıracak, güneş ovayı sanki usta bir ressamın fırçasından çıkmışçasına baştan aşağıya bir renk cümbüşüne çevirecekti.

Uzunca bir süre öyle kaldı oturduğu yerde Kadın. Güneşin ufukta yükselmesini, ovayı renkten renge boyamasını seyretti.

Ne kadar kaldı oturduğu yerde ki, güneş yakmaya başladı tüm ovayı, sıcaklığı ve gittikçe açık bir sarıya dönen ışığı ile ovanın üstünde yükseldikçe yükseldi.

Tam doğrulmaya hazırlanıyordu ki, sağ omzuna dokunan bir el onu durdurdu. Kadın oturduğu yerde kaldı, dizlerinin üstünde.

Sağ omzundaki el sıkıca kavramıştı omzunu. Kadın başını çevirip omzundaki ele baktı. Gülümsedi ve güneşe bakmaya devam etti oturduğu yerden.

Omzundaki elin teması hafifledi ve elin sahibi elini çekti.

Adam, Kadının arkasından önüne geçti ve tam karşısına geçip ayakta durdu.

Artık Kadının baktığı yerde, tam güneşin önünde duruyordu Adam.

Kadın, Adamın yüzüne baktı. Adamın katran karası saçlarının etrafını hale gibi çevreleyen güneşin ışıkları gözünü alıyor, Adamın yüzünü tam olarak görmesini engelliyordu Kadının.

Adam gülümsedi, “Klity” dedi.

Kadın şaşırdı ve durakladı. Yüzünü buruşturarak ve Adamın yüzünü görmeye çalışarak “Ne?” diyebildi hafifçe?

Adamın gülümsemesi tüm yüzünü doldurdu.

“Güneş çiçeği” dedi Adam.

Kadın etrafına, başını arkaya çevirip arkasına ve sonra da Adama dönüp soru soran gözlerle baktı.

Adam gülümsemeye devam ederek “Bilmiyor musun bu hikâyeyi?” diye sordu.

Kadın yüzünde kırgın bir ifadeyle dudaklarını büküp, omuzlarını silkti ve önüne eğdi başını.

“Klity güzel bir köylü kızıdır” diye başladı Adam anlatmaya yumuşak bir ses tonuyla. Kadın başını kaldırıp Adama baktı ve dinlemeye başladı.

Adam gene gülümsedi “Efsaneye göre tanrılardan biri olan Apollon, yani güneş, her gün ateş saçan arabasıyla göklerden geçerken, bu güzel kız, güneş tanrısını görür ve ona âşık olur.”

Kadın dudaklarını büktü ve kaşlarını çatarak Adama baktı. Adamın başının etrafını bir hale gibi çevreleyen güneşin ışıkları katran karası saçlarının üstünde bin bir oyun yapıyordu. Kadın bu ışık oyununa gülümseyerek baktı.

Adam anlatmaya devam etti. “Güzel kız o kadar utangaç, o kadar çekingenmiş ki, güneşe sevgisini bir türlü söyleyemezmiş. Sabahtan akşama dek toprağın üstüne oturur, güneş tanrısı gökler boyunca gezip dururken gözlerini ondan ayırmazmış.”

Kadın oturduğu yerde başını öne eğip üzerinde oturduğu toprağa baktı, ellerini toprağın üstüne koyup parmaklarını toprağın bağrına geçirdi ve avucunda sıcak toprağı hissetti. Yumruk haline getirdiği avuçlarındaki toprağı sıkı sıkı tuttu ve başını kaldırıp Adama baktı.

“Kız hep güneş nereye gidiyorsa ardından oraya bakarmış. Güneş tanrı gidip karanlık bastığında ise üzüntüsünden başını önüne eğer ve sabaha kadar öyle beklermiş güneş tanrının gelmesini. Zavallı kızcağız böyle güneşe baka baka ne olmuş biliyor musun?”

Kadın ellerini açmadan yumruklarını göğsüne götürdü ve hayır anlamına gelecek şekilde başını iki yana salladı Adama bakarak.

Kadın, Adamın başını bir hale gibi çevreleyen güneş ışığının katran karası saçlarının üzerindeki yeni oyunlarına gülümsedi.

“Yüzünü hep güneşe çeviren ‘güneş çiçeği’ olmuş.”

Kadın, Adamın gözlerinin içine bakmaya çalışırken, Adam sağ eliyle Kadının çenesini hafifçe kavrayarak kendine doğru çekti. Kadın elin hareketine uyarak bir kuş gibi ayaklarının üzerine dikildi yumrukları göğsünde ve sıkılı olarak.
Kadın utangaç bir şekilde Adama baktı. Adam Kadını kendine çekti. Kadının yumrukları ikisinin arasında duruyordu şimdi. Yumruklarını sıkmaya devam etti Kadın.

Adam eliyle Kadının çenesini kaldırdı kendine doğru. Gülümsedi. “Klity” dedi yumuşacık bir ses tonuyla, “güneş çiçeğim, Mezopotamya Kraliçem benim”

Adam Kadına sıkıca sarıldı, Kadın gözlerini kapattı. Adamın dudakları Kadının dudaklarına değdiği an büyük bir sıcaklık hissetti Kadın, yanıyordu sanki. Gözleri kapalıydı ama büyük bir aydınlık sardı ortalığı aniden, bembeyaz bir aydınlık. Kadının elleri açıldı ve içindeki toprak ikisinin de vücutlarına değerek yere dökülmeye başladı.

***

Kadın gözlerini açtı. Bir ayçiçeği tarlasının ortasındaydı. Her taraf ayçiçeği doluydu. Ufka kadar, boylu boyunca, ayçiçeklerinden başka hiçbir şey yoktu sanki. Gökyüzündeki güneşin yakan, kavuran sıcağı ve ayçiçekleri…

Kadın ayçiçeklerine baktı, hepsi aynı yöne çevirmişlerdi başlarını. Gülümsedi. O da başını ayçiçeklerinin baktığı yöne çevirip baktı. Güneşin ışığı gözlerini aldı.

Kollarını iki yana açıp güneşin olduğu yöne doğru yürümeye başladı. Yürürken aralarından geçtiği ayçiçeklerine dokunuyordu elleriyle.

***

“Neden ayçiçeği derler ki?” dedi Adam kahvesinden bir yudum alarak.

Kadın çayını bir dikişte bitirdi. “Bilmem” dedi. Kahveci hemen Kadının boş çay bardağını alıp yerine yeni çay bıraktı.

“Günebakandır esas adı halbuki, kimileri de gündöndü der. Bildiğim, hiçbir dilde de ayçiçeği denmediği. Güneş çiçeği işte!” dedi Adam.

Kahvesi bitmişti. Kahveci yaklaştı yanlarına. Adamın boş kahve fincanını aldı ve yerine ona sormadan bir çay bıraktı.

Adamla Kadın birbirlerine bakıp gülümsediler.

“Bu da bu topraklara has bir şey işte. Sormadan etmeden çayı koyuveriyorlar önüne. İçmezsen olmaz…” dedi Adam ve şekerlikten aldığı şekerlerden attı çaya.

“Belki ayçiçeği de bu topraklara has bir şeydir” dedi Kadın uzaklara bakarak.

“Nasıl yani?” diye sordu Adam çayına attığı şekerleri karıştırırken.

“Mitolojide güneş erkek, ay kadın değil midir?”

Adam soru sorar gibi baktı Kadına. “Güneş tanrı yüzünden, ona olan aşkı yüzünden çiçeğe dönüşmemiş midir genç kız efsaneye göre?” dedi Kadın.

Çay bardağını belinden kavradı Adam ve kadına bakarak “Evet de…”  dedi.

Kadın sanki birazdan kahkaha atacakmış gibi gülümsedi: “Aslında o efsane şöyle devam eder belki de” diyerek uzaklara baktı ve anlatmaya devam etti.

“Çiçeğe dönüşmüş olan zavallı kızcağız gece olup da güneş tanrı ortalıktan kaybolunca boynunu büküp oturur. Bütün gece ayın ışığında ayaza kesen gecenin bitmesini, sabah olmasını, güneş tanrının ufukta görünmesini bekler.”

Kadın ayağa kalktı ve kahvenin terasının ovaya bakan tarafındaki parmaklıklara dayanıp kollarını göğsünde kavuşturdu. Adam da elindeki çay bardağını tabağa bırakıp kadının yanına gitti. Kadın, Adamın geldiğini görünce korkuluklara tutunup uzaklara bakarak anlatmaya devam etti:

“Ay ışığı ısıtmaz zavallı çiçeği, üşütür içini. Ruhunu üşütür. Sabah olsun, sevdiceği görünsün diye bekler. Sanki kıskanç bir kadın gibi saklar gece, güneş tanrıyı kızcağızdan, örter dünyanın üstünü yıldızlarla süslü karanlık, simsiyah örtüsüyle. Ay tanrıça ışığını güneşten alıyor olsa da, ısıtmaz ışığı. O ışık içini ürpertir, canını acıtır kızın.”

“Peki, güneş tanrı farkına varır mı bu aşkın?” diye sordu Adam.

“Bu efsanede evet…” dedi Kadın. “Farkındadır güneş tanrı olanın bitenin. Kız kardeşi ayın arkasına saklanıp izler geceler boyu çiçeğe dönüşen kızı. Ay tanrıça da fark eder bu aşkı. Günün birinde gene kız güneş tanrıyı izlerken oturduğu yerden ikisinin arasına giriverir ay tanrıça. Hava kararmaya başlar, güneş tanrıyı göremez olur kız. Üzülür, karanlığın içinde görmeye çalışır onu.”

“Güneş tutulması” diye gülümsedi Adam.

Başını salladı Kadın hayır dercesine. Adam soru sorar gibi baktı Kadına.

“Bir rüzgâr esmeye başlar. Yerdeki kumlar havalanıp uçuşmaya başlar. Kızın ağzına, burnuna dolar, gözlerine batar, canını acıtırlar. Göz gözü görmez olur. Her yer kararır. ‘Gökyüzünde tanrılar savaşıyor, gece gündüzü yendi, güneş tanrı savaşı kaybetti’ diye konuşur insanlar. Kız insanlara seslenir; ‘kötü ruhlar esir aldı güneşinizi, kovun onları’ der. İnsanlar gidip ellerine geçirdikleri tüm tenekeleri birbirine vurmaya, gürültü yapmaya başlarlar. Bu karmaşada kimse güneşin bir bulutun arkasına gizlenerek kızın yanına gittiğini fark etmez. Kız güneşin kimselerin görmediği gülümsemesini görür. Gözlerini kamaştıran ışığını bir tek o görmektedir. Bulutlar gizler dünyadan güneşi. İnsanlar tenekeleri çalmaya devam eder, kötülüğü kovmaya çalışırlar.”

“Ben de bu Ege efsanesini Mezopotamya’ya nasıl bağlayacağını düşünüyordum. Bu topraklarda güneş tutulduğunda hâlâ tencere, tava, teneke ne bulursa çalar insanlar…” diye gülümsedi Adam.

Kadın Adamı duymuyor gibi devam etti: “Güneş uzanıp kendine çeker kızı ve sımsıkı sarılır. Dudakları kızın dudaklarına değdiğinde bulutların bile saklayamadığı bir ışık fırtınası çıkar. Kum fırtınası durulur, insanlar tenekelerini çalmayı bırakıp bütün dünyayı ve gökyüzünü kaplayan bu ışıklara bakarlar hayran hayran. Ay tanrıça gülerek arkasını döner, eteklerindeki hayvanları önüne salıp ormanlara doğru gider koşarak.”

Kadın sustu, uzaklara daldı. Adam, Kadına sarıldı. Kadın başını adamın omzuna dayayıp uzaklara bakmaya devam ederek:

“O kız Mezopotamya Kraliçesiydi aslında, yani Mezopotamyanın ta kendisi. Güneş bir kum fırtınasında kalbini Kraliçeye telsim etmiş, kum fırtınası ışık fırtınasına dönmüştü. O gün bugündür büyük bir aşkla sevdi Güneş Kraliçeyi, Güneşin aşkı da hep cayır cayır yaktı bağrını Kraliçenin. Herkes bu aşkı kutsadı. Mezopotamyanın mucizesiydi belki de bu… Güneş en çok Kraliçeyi sevdi…”

***

Toprak Kadının ellerinden dökülmeye devam ediyordu yere.

Kadın gözünü açtı… Güneş ufuk çizgisine inmeye hazırlanıyordu.

Etrafına bakındı. Adam yoktu.

Koşar adımlarla geldiği yolu geri yürüdü ve çeşmeye varınca durup elini yüzünü yıkadı hızla.

Gene koşar adımlarla biraz önce durduğu yere geri döndü. Ellerini göğsünde bağlayarak durdu.

Güneşe baktı uzun uzun…

“Ey Şê Şims…” dedi, durdu ve güneşe baktı.

“Ey Şê Şims, ey tanrı…” dedi ve etrafına bakındı, sonra kendini toparladı ve tekrar güneşe bakarak:

“Ey Şê Şims, ey tanrı, benden sevgini, merhametini esirgeme…
Bereketini üstüme saç, sevgine dağlar taşlar, kurtlar kuşlar şahit olsun.
Aşkın, sevgin benim olsun…
Tanrı, şehadetim Tavusê Melek’in adıdır.”

Kadın etrafına baktı şüphe dolu gözlerle. Sonra dönüp güneşe bakıp gülümsedi. Olduğu yerde yavaşça dizlerinin üstüne eğilip oturdu. Secde etti ve toprağı öptü.

Başını kaldırıp ufuk çizgisine inen güneşe baktı, gülümseyerek gözlerini kapattı.

Bembeyaz bir ışık gördü önce. Sonra Adamın katran karası saçlarını hale gibi çeviren güneşin rengârenk ışık oyunları kamaştırdı sımsıkı kapadığı gözlerini.

***

Güneş ufuk çizgisine inmiş, gitmeye hazırlanıyordu.

Kadın ayçiçeklerinin arasında yürüyordu hâlâ. Durdu… Güneşin giderken arkasında bıraktığı turuncu, kırmızı, sarı sıcak ışık oyunlarını seyretti.

Güneş hızla ufuk çizgisinde kaybolurken Kadın uzun beyaz elbisesinin eteklerini toparlayıp ayçiçeklerinin arasına toprağın üstüne uzandı, yüzünü ovaya doğru çevirdi, sol yanına dönüp ellerini başının altına koydu.

Toprak hâlâ sıcaktı. Katran karası saçlı Adam arkadan yaklaştı ve sessizce yanına uzandı Kadının.

Mezopotamya maviden, laciverte, lacivertten siyaha boyandı sırayla ve yıldızlar göründü, uzaktan bir denize benzeyen ovanın üstünde.

Adam ve Kadın başlarını gökyüzüne kaldırdılar. Yıldızlar ışıl ışıldı gökyüzünde. İkisinin de gözleri yavaş yavaş kapanırken, dolunay gülümsedi onlara ve yıldızlarla dolu gök kubbeyi toprağın üstüne yorgan gibi örttü.



Not: "Güneşe Yazılan Yazılar" yazı dizim Ahmet Güneştekin'in "Yüzleşme" Sergisi'ndeki eserlerden esinlenerek yazılan deneme yazılarından oluşmaktadır.

Bu hikâye, sanatçının (fotoğrafı yazının başında görülen) "Güneşe Aşk" adlı eserinden esinlenerek yazılmıştır.

Yazının sonundaki fotoğraftaki eser ise yıllardır başucumda asılı duran Heather Brown adlı bir ressama ait bir eserdir.

Yazıya fikirleriyle katkıda bulunan Sezgi Sunar'a teşekkür ederim.

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails