26 Kasım 2012 Pazartesi

Güneşe Yazılan Yazılar - 2


Güneşe Ağıt



Gel gece, Hades’in karanlığı gibi gel, ört üstünü şehrimin…

Tarihin en büyük acısı gelecek başımıza biraz sonra

Gel gece, sakla şehrimi, kimse görmesin bu acıyı…

***

Çık gel karanlıktan…

Yüreğim yolunu gözler

Tutku şarabını tadar ruhum seni her gördüğümde…

***

Dalgalar dövüyor bu gece kıyılarını şehrimin. Duyuyor musunuz denizin sesini?
Ayrılıklar gibi acı sesi denizin bu gece. Ayrılık şarkıları gibi…

Deniz…  Bağrında döl barındırmayan deniz…

Kime analık etmiş bugüne kadar, kim içinde yaşamı dölleyip yeşertmiş?

Kızdı mı, gerçek anayı, toprak anayı bile sürükleyip götüren deniz getirdi bize savaşı.

***

Azgın fırtınada kuduran denizde kalan denizciler gibi kaderin ellerine bıraktım kendimi.

Rüzgârlara verdim sesimi…

Dalgalarda sürüklenip gidiyorum…

Kalbimin anahtarı, acılarımın barınağı gece, gel ört üstümü.

***



Kentin ışığı söndü, siz hala neyi kutlarsınız? Görmüyor musunuz başınıza gelecekleri? Karanlık bu kadar mı kör etti sizi?

Yiyip içip eğleniyorsunuz şimdi, oysa ben duyuyorum acı çığlıklarınızı…

Kahkahalarınız ağlamalara, sızlamalara dönüşecek

Kapkara gece saracak üstümüzü

***

Suretin dudağımın ucundaki tebessüm,

Karanlığın içindeki ışıktır hayalin…

Uzaklığın o kadar yakın ki, yanar ellerim.

***

Parnassos’tan gelen Phoikisli Epeios, neden uydun Athena’nın buyruğuna, neden yaptın o silahlılarla yüklü tahta atı?

Dinlemediniz beni, Tanrıların hediyesi değil dedim ama dinlemediniz, sevinçle açtınız kapıları, aldınız ölümü içeri.

Aşkı aldığınız kapıdan şimdi de savaşı soktunuz içeri…

Şimdi şarkılarınız, danslarınız eşlik ediyor geceye.

Ama biliyorum, birazdan çıkacak tüm kötülükler saklandıkları yerden, kana bulayacaklar şehrimi. Bir ölüm çığlığı kopacak sokaklarda, analarının eteklerine yapışacak korkudan titreyen çocuklar…

Birazdan çıkacak savaş gizli sığınağından…

Kana gömülecek erkekleri şehrin, kadınları zorla götürecekler başka diyarlara…
Tutsak kadınların çığlıkları yankılanacak artık duymayan kulaklarınızda…

Dul kadınlarınız, analarınız, kızlarınız ağlaya ağlaya yas tutacaklar.

Geçmişin mutlu kenti gözyaşlarına bulanacak…

Ateşler, dumanlar gökyüzüne kadar yükselecek, kapatacak güneşi, silecek umutları.

Hala hayatta kalabilenler ağıtlar yakacak güneşe.

***



Koca koca duvarlar ördüm etrafıma. Sağlam sağlam kapılar yaptım. Kapılara kilitler vurdum.

Sakladım kalbimi içine…

Aşk kapısının anahtarı mı bu elimdeki?

Göklere yükselen duvarların arasında güneşe ağıtlar yakıyorum şimdi…
Karanlık çöktü üstüme… Göster yüzünü…

***

Şafak sökmesin istiyor kendini galip sanan mağluplar. Kahkahaları, sarhoş çığlıkları surları aşıyor, karşı kıyılardan duyuluyor.

Halbuki gitmedi onlar… Karanlıkların ardında saklanıyorlar denizin bağrında…

Birazdan çıkacak gecenin koynundan acı gülüşler, dertler, acımasız öç, azgın yürekli kavga ve hatta ölüm…

***

Kader mi demeli teknenin dümenine geçene?

Oysa ben gömmüştüm kara toprağın en derinlerine savaşı, bir daha gün görmesin diye.

Sandıklara koyup gömmüştüm acı gülüşleri, dertleri, nefreti, kini…

Beni koynunda uyutan şehir, aşkı da koynumda uyutsaydın ya…

***

Yavaş yavaş gel gece, sar üstünü şehrimin

Ninniler ağıt gibi her yerde bu gece

Öç, nefret, kin, cinayet, ölüm… Hepsinin babasıdır savaş…

***

O kadar derin ki gece, o kadar cazibeli, çekici, bir o kadar da ulaşılmaz.

***

Güneş, gecenin örtüsünü kaldır şehrimin üstünden

Biraz daha kalırsa gece savaşın soluğuyla yıkılacak her şey…

Kan akacak süt yerine anaların memelerinden. Emziremeyecekler bebelerini. 

Savaşla besleyecekler onları. Ağıtlar yakacaklar ninniler yerine.

Ağıtlar yakacaklar güneşe…

***

Göklere yükselen duvarların ardından göster yüzünü güneş… Aydınlat karanlığı, sabahın kandilinden ışık alan aşkı, sevdayı…

Gömmüştüm toprağın en derinlerine ben savaşı oysa…

***

Dökülmesin ortalığa eli kanlı cellatlar, kendini kurban edenler, gözü kara yiğitler, bahtı karalar…

Ey güneş, ne olur, göster yüzünü, savaşa değil, barışa uyandır şehrimi...

Bir kerecik de olsa haksız çıkart beni…

Kassandra mıydı benim adım yoksa?


Not: "Güneşe Yazılan Yazılar" yazı dizim Ahmet Güneştekin'in "Yüzleşme" Sergisi'ndeki eserlerden esinlenerek yazılan deneme yazılarından oluşmaktadır.

Bu hikâye düz yazı şeklinde bir ağıttır. Benim tarafımdan yazılmış olan "Işığa Ağıt" adlı tiyatro oyunundan bazı bölümler hikâyede kullanılmıştır.

"Işığa Ağıt" adlı oyunun metni Homeros'un İlyada / Hesiodos'un Tanrıların Doğuşu (Theogonia) / Euripides'in Troyalı Kadınlar / Yannis Ritsos'un Yaşlı Kadınlar ve Deniz / Nükhet Everi'nin Ölümsüzler Stoası (Stoa Athanaton) adlı eserlerinden ve Gökçen Özkalıpçı'nın Gaia şiirinden bir uyarlamadır.




20 Kasım 2012 Salı

Güneşe Yazılan Yazılar - 1



Güneşin Peşindeki Uçurtma

Sarı sıcak sessizliği bozan bir sesle eğildiği yerden doğruldu Kadın. “Koşmayın çocuklar düşeceksiniz” diye bağırmıştı biri. Kadının kızıl saçlarının üstünde parlayan güneş gözlerini kamaştırdı. Gözlerini açmaya çalışarak sesin nereden geldiğini anlamak istercesine etrafına bakındı. Kirli elleri ile gözlerini ovuşturmak istemedi. Gözlerini kısıp ellerini nereye sileceğini bilemedi bir müddet, sonra eteklerine sildi. Hava çok sıcaktı. Elinin tersiyle alnındaki teri silip, gözlerini kısarak uzaklara bakmaya çalıştı. Tam karşısında uçsuz bucaksız uzanan Mezopotamya ovasını gördü, ağzının kenarı gülümser gibi kıvrıldı.

“Koşma Feriiittt” diye bağırdı yine aynı ses. Ses başka taraftan geliyordu, başını sola doğru çevirdi, güneşin ışıkları gözlerini öyle kamaştırdı ki, bu sefer hem gözlerini kısmak hem de ellerini ve kollarını siper ederek bakmak zorunda kaldı.

Kör edici bir aydınlık vardı.

Kalın bir kâğıdın rüzgârda çıkarttığı sesi duydu ‘tap tap tap tap tap’ ve bir uçurtma geçti önünden hızla. Gülümsedi Kadın. Gene aynı sesi duydu ‘tap tap tap tap tap’ ve bu sefer uçurtma hızla öbür yöne doğru geçti önünden. Ellerini beline koyup seyretmeye çalıştı Kadın önünde uçan uçurtmayı. Gene çocuklar belli ki kilisenin altında koşturuyorlardı.

‘Tap tap tap tap tap'

Çan kulesinin arkasından tekrar geçti uçurtma hızla.

Kilisenin avlusunda etrafına baktı bir an için Kadın. Kimse yoktu. 

‘Tap tap tap tap tap’

Uçurtma gittikçe hızlanarak ikide bir çan kulesinin arkasından geçiyordu.

Kadın avlunun kenarına doğru yürüdü. Duvara tutunarak aşağı eğilip baktı. Beş erkek çocuğu bir o yana bir bu yana koşturuyorlardı. Bir tanesi ipini tutmuş ustaca hareketlerle uçuruyordu uçurtmayı. Uçurtmanın ipini tutan çocuğu tanıyınca bir gülümseme oturdu yüzüne Kadının. Biraz önce sesini duyduğu kadın gibi bağırdı: ‘Feriiiiit’. Uçurtmayı tutan çocuk başını kaldırıp ona baktı ve gözleri karşılaşır karşılaşmaz çocuk güzel bir gülümsemeyle ‘Ne var?’ dedi. ‘Yavaş olsana’ dedi Kadın, ‘uçurtma çan kulesine takılacak’. ‘Bir şey olmaz’ dedi çocuk ve Kadına bakmadan koşmaya ve uçurtmayı daha da hızlı ve çan kulesine daha da yakın uçurmaya başladı.


‘Bir şey olmazmış’ diye söylenerek avludaki banklardan birine oturup çan kulesine doğru baktı Kadın gözlerini kısarak. ‘Her sene her cami minaresine, her çan kulesine mutlaka bir uçurtma takılır, sanki bilmiyor’ diye söylendi kendi kendine. ‘Tap tap tap tap tap’ sesini duyunca başını kaldırıp çan kulesinin arkasından uçan uçurtmaya yeniden baktı Kadın. Uçurtmanın gözleri ve kırmızı dudakları vardı. Gülümsedi.

“Üşüyorum abla…”

Kadın şaşkınlıkla etrafına bakındı. Bir kız çocuğu sesiydi bu, derinden gelen bir ses.

“Ablaaaa…” Bu sefer ses daha derinden gelmişti. Sanki bir iç çekiş, bir inleme gibi.

Kadın ayağa kalktı, etrafına baktı. Sarı sıcak Mezopotamya ovası göz alabildiğince uzanıyor, güneş Doğu’da ve daha tam tepeye varmamış olsa da cayır cayır yakıyordu ortalığı.

‘Tap tap tap tap tap’

Uçurtma gene geçti çan kulesinin arkasından.

Bu ses de olmasa ürkütücü bir sessizlik vardı aslında ortalıkta.

Avlunun ortasına yürüdü. Etrafına baktı. Emin olamadı, kilisenin avlusundaki tüm pencerelerden içeri baktı ama kimseyi göremedi. Başını salladı.

Avlunun duvarına doğru yürüdü. Duvara yaslanıp ovayı seyre daldı. Başını hafifçe sola doğru çevirip kaşıya baktı. Gözlerini kıstı. Bir şey görmeye çalışıyordu sanki. Ayak parmaklarının üzerinde yükseldi, boynunu uzattı, elini alnına siper etti ve kısık gözlerle bakmaya devam etti. Sonra somurtarak dudaklarını büküp sert bir hareketle elini indirdi. “Gece olunca ışıkların inci gibi görünür ama” dedi, “neredesin şimdi?” Hava o kadar sıcaktı ki, kesif bir buharlaşma çok uzakları görmesini engelliyordu bakanın.

“Orası duruyor yerinde ” dedi arkasından gelen bir erkek sesi. Kadın hafifçe başını öne eğdi, yüzünü hafif bir gülümseme kapladı.

Sesin sahibi Adam, Kadının yanına yaklaştı ve sağ tarafında durup duvara tutundu. Katran karası saçları parlıyordu güneşin altında.

Kadın gülümsemeye devam ediyordu. Yan yana durdular bir müddet birbirlerine bakmadan. İkisi de ovaya bakıyorlardı.

“Nereden biliyorsun?” diye sordu Kadın yumuşak bir sesle.

“Neyi?” dedi Adam usulca, ovaya bakmaya devam ederek.

“Orayı dediğimi?” dedi Kadın, Adama bakarak.

Adam, ovaya bakmaya devam ederek: “Karşıdaki şehre bakmıyor muydun? Sınırın öte yanındaki şehre?” diye sordu.


Kadın cevap vermedi. Başını çevirip ovaya bakmaya devam ederek “Biliyor musun?” dedi Adama usulca “ben çocukken sınırlarda çizgi var sanırdım”

Adam acı acı gülümsedi. “Keşke çizgi olsaydı” dedi.

“Sen oraya hiç gittin mi?” diye sordu heyecanla Kadın ovaya bakmaya devam ederek.

“Hayır” dedi Adam, “ama babam gidermiş.”

“Keşke sınırlar hiç olmasaydı” dedi Kadın. Adama döndü ve gülümseyerek “giderdik şimdi oraya.”

Adam Kadına dönüp buruk bir gülümsemeyle “Sınırlar var ama ne yazık ki. Belki çizgiler yok ama acı var” dedi.

“Orada mı?” diye sordu Kadın acı bir ifadeyle.

Adam ovaya bakarak başını salladı. “Her yerde, bu topraklarda, her yerde…” dedi.

Kadın başını önüne eğdi hüzünle.

‘Tap tap tap tap tap’

Uçurtma hızla ikisinin burnunun ucundan geçti.

Kadın irkildi ve aşağıya eğilip bağırdı: “Feriiiiit”

Ferit hem koşuyor, hem uçurtmayı uçuruyor, hem de ‘ha ha ha ha haaaaa’ diye kahkahalar atıyordu.

‘Tap tap tap tap tap’

Uçurtma gene ikisinin burnunun dibinden geçti.

“Ferit, bak ineceğim şimdi aşağıya” diye seslendi Kadın.

Ferit omuzlarını silkip başka tarafa doğru koşturmaya başladı uçurtmasıyla. “Sen inene kadar ben çoktan güneşi yakalamış olurum” diye bağırdı Ferit alaycı bir sesle.

“Deli” dedi Kadın “ne güneşi?”

“Ablaaaaaa…”

Kadın irkildi, gene o kız çocuğunun sesiydi duyduğu.

Adama doğru döndü: “Duydun mu?” diye sordu.

“Neyi?” dedi Adam sakince.

"Duymamış olamazsın, bir kız çocuğu bir saattir abla, abla deyip duruyor, hatta bir ara abla üşüyorum dedi" deyince Adam şaşkınlıkla kadına dönüp baktı:

“Bu havada?”

“Evet, ben duydum.”

“Ablaaaa, ne olur, çok üşüyorum…”

Derinden, boğuk ve kesik kesik gelen sesi duymamış olması imkânsız diye düşündü Kadın.

Adamı olduğu yerde bırakıp kilisenin avlusunda etrafına baktı, yan duvarlardan sarkıp alt avluya baktı. Kilisenin avlusunun diğer ucundaki mezarlığa takıldı gözleri. Hızla oraya doğru yöneldi.

Adam bıraktığı yerde kalmıştı. Kendi durduğu yerden onu göremiyordu artık. Mezarların arasında yürüdü. Bir mezar taşının üstünde minik bir tekir kedi oturuyordu. Kedinin yanına gidip yere eğilip başını okşadı. Kedi kadına baktı, yerinden kalkıp yürüdü gitti.

Kadın yerinden doğrulmaya çalışırken başı döndü, gözü karardı.

***

Küçük kız çocuğu üstü başı pislik içinde köyde yürüyordu. Köyü bir baştan bir başa arşınlıyor, evlerin avlularına girip çıkıyordu. Kadın küçük kızın peşine takıldı. Yürüdü onunla köyün sokaklarında saatlerce, evlerin avlularına girdi çıktı, onunla oturdu avlularda. Garipti ama önlerinden geçen kimse küçük kıza bakmıyordu. Küçük kız sanki dikkat çekmek ister gibi bir o yana bir bu yana arşınlıyordu sokakları, insanlara bakıyor, evlerin avlularında pencere önlerinde çömeliyordu. Ama kimse ilgilenmiyordu onunla. Gördükleri belliydi onu ama bakmıyorlardı.

Küçük kız bir evin avlusuna girdi. Yorgundu belli ki. Kadın da peşinden gitti. “Abla” dedi zor duyulacak bir sesle küçük kız ve avluda bir taşın üstüne oturup bacaklarını göğsüne çekip kollarını doladı bacaklarına ve öylece oturdu.

Hava soğuktu, biraz önce Mezopotamya ovasını cayır cayır yakan güneş ısıtmıyordu şimdi bulundukları köyü. “Burası neresi acaba?” diye düşündü kadın. Yöredeki pek çok köy birbirine benzerdi. Çıkartamadı. Küçük kıza baktı. 

Küçük kız başını önüne eğmiş hüzünlü bir şekilde boşluğa bakıyordu.

Evin pencerelerinden birinde bir hareket gördü kadın. Oraya doğru baktı. Bir perde hafifçe aralandı. Bir genç kız bakıyordu ürkek ve hüzünlü bakışlarla pencereden. Küçük kıza bakıyordu. Küçük kız başını kaldırdı ve penceredeki kızı görünce çok hafif sesle “abla” dedi, “abla, üşüyorum…”

Penceredeki kız ‘yapma’ der gibi başını yana eğdi, gözlerinde bir hüzün vardı. Gözyaşı da mı vardı? Kız perdeyi örtüp kayboldu. Hava kararmaya başlamıştı. Soğuk artıyordu. Küçük kız titreyerek yerinden doğruldu ve kararlı adımlarla başka bir evin bahçesine yöneldi. Kadın takip etti küçük kızı. Küçük kız girdiği avluda bulunan bir tandırı elleriyle yokladı. Aynı şeyi kadın da yaptı. Sıcaktı tandır. Küçük kız tandırın üstüne sıçradı bir hamlede. Tandırın üstüne tünedi. Belli ki ısınmaya çalışıyordu. Biraz sonra kıvrılarak uyuklamaya başladı.

Kadın ne yapacağını bilemedi. O da tandırın üstüne çıktı, yanına kıvrılıp sarıldı küçük kıza ve gözlerini kapattı.

***

Bir tepede duruyordu Kadın, yanında da katran karası saçlı Adam. Ovaya bakıyorlardı.

Rüzgâr yüzlerine vuruyordu. İri iri kum tanecikleri hissetmeye başladı Kadın yüzünde. İlerilerde ovada bir yerde hava kararmış gibiydi, oysa daha güneş vardı. Ferit uçurtmasıyla koşuyordu.

Kadın seslendi Ferit’e “Güneşi yakalamaya mı gidiyorsun gene?”

“Ben değil” dedi Ferit kadına bakmadan yüksek sesle, “uçurtmam.”

“Rüzgâr artıyor gibi” dedi Kadın Adama.

“Kum Fırtınası” dedi Adam ovadan gözlerini ayırmadan.

“Gene mi?” diye suratını astı Kadın. Adam gülümsedi.

“Biliyor musun” dedi Kadın, “o kızı gördüm.”

“Hangi kızı?” diye sordu Adam.

“Hani benim sesini duyup da senin duymadığın kızı” dedi.

Adam hiçbir şey söylemeden baktı Kadına.

“Bir köyde gördüm onu, hangi köy olduğunu çıkartamadım. Dolanıp duruyordu. Bir o yana bir bu yana tüm köyü arşınlıyordu. Bütün evlerin avlusuna giriyor, saatlerce oturuyor avlularda. Sanki bir şey istiyor, bir şey arıyor…”

Adam ovaya bakarak başını iki yana salladı.

Kadın soru sorar gibi baktı ve devam etti: “Sonra bir evin avlusunda yere çöküp kaldı, bekledi bekledi bekledi… Bir pencerenin perdesi aralandı ve bir kız baktı pencereden ve küçük kız çocuğu ‘abla, üşüyorum abla’ dedi. Sonra da kız pencerenin perdesini kapatıp kaybolunca küçük kız kalkıp başka bir evin avlusuna gidip oradaki hala sıcak olan tandırın tepesine tünedi ve biraz sonra da uyuyakaldı.”

“Biliyorum” dedi Adam.

“Biliyor musun?” diye şaşkın şaşkın sordu Kadın.

“Herkes bilir o kızı” dedi Adam ve ekledi “yani hikâyesini.”

“Öyle mi?” dedi Kadın merakla “Neymiş peki? Kimmiş o küçük kız?”

Adam hüzünle başını salladı iki yana, “Seyfo’nun acılarından…” dedi.

Kadın elini ağzına götürdü, dudakları titremeye başladı, gözlerine yaş yürüdü.

“Peki” dedi titreyen sesle “ne oldu o küçük kıza?”

“Kimse bilmez” dedi adam…


Onlar konuşurken bir taraftan da rüzgâr hızını arttırıyordu.

Kadının yanaklarını yaladı geçti rüzgâr, gözündeki yaşları alıp savurdu. Kum taneleri iri iri yüzüne vuruyor ve canını acıtıyordu. Adam dimdik ayakta duruyor ve karanlığı delen bakışlarla uzaklara bakıyordu. Birden gözlerini kapadı Adam. Yüzünde bir gülümseme vardı.

Rüzgâr Kadını aniden yerinden kaldırıp havaya savurdu. Ayakları yerden kesilivermişti Kadının. Uçuyordu. Rüzgâr o kadar kuvvetliydi ki, kumlarla birlikte boşluğa savuruyordu Kadını. Adamın katran karası saçları rüzgârda savruluyordu. Kadın elini uzattı ve adamın bir tel saçına tutundu. Rüzgâr adamın yüzünü okşuyordu, eline değiyor, elini okşuyordu.

Adamın gözleri kapalıydı, gülümsüyordu.

Katran karası bir tel saça tutunan Kadının ayakları yerden kesilmişti ama artık oraya buraya savrulmuyor sadece olduğu yerde uçuyordu.

Kadın boştaki elini adamın saçlarına, sonra da yüzüne doğru uzattı. Dokunmadı, elini ağzına götürdü.

Adam ürperdi, belki üşüdü…

“Rüzgâr olup dokunmayı bu topraklar öğretti bana” dedi Kadın duyulmayacak kadar hafifi bir sesle ‘ ama biliyor musun’ diye ekledi ‘bu topraklarda aşk imkânsız!’

Elini Adamın saçlarına uzattı, yüzüne çok yaklaşmıştı, dokunmadı, kendi yüzüne götürdü. Kadın kendi elini ısırdı hafifçe ve gözlerini kapattı.

***

Tandırın üstünde etrafına baktı Kadın. Küçük kız çocuğu yoktu yanında. Koşarak kalktı bütün köyü geçti, tüm evlerin avlularına baktı, yoktu… Evlerden hiçbir ses gelmiyordu. Saatlerce deliler gibi küçük kızı aradı her yerde, bulamadı. Küçük kızın ‘abla’ diye seslendiği evin avlusuna geldi, onun oturduğu yere çömelip bekledi. Bir müddet sonra perde aralandı ve evdeki kız hüzünlü gözlerle dışarıya baktı. Pencerenin arkasındaki kız ağlıyor muydu? Kız hızla perdeyi kapatıp kayboldu.

Kadın umutsuzca kalktı. Her yere son bir umutla bakıp köyün çıkışına yöneldi.

***

Kadın gözlerini açtı. Kilisenin mezarlığındaydı. Mezar taşlarından birine yaslanmış oturuyordu. Eliyle başını tuttu. Kaç dakikadır buradaydı? Yoksa saatler mi demeliydi? Yerinde doğruldu ve kilisenin avlusuna yöneldi. Güneşi aradı gözleri. Evet, saatler geçmiş olmalıydı, çünkü güneş batmaya hazırlanıyordu.

Birazdan akşam Mezopotamya ovasının üstüne inecek, güneş kızıla boyadığı taş evlerin üzerinden herkese veda edip yerini geceye bırakacaktı. Tam karşıdan gelen ve her geçen dakika koyulaşan o mavi renk, Mezopotamya ovasını biraz sonra koskoca bir denize çevirecekti.

Duvarın yanına yürüyüp aşağı baktı. Ferit tek başına hala kırmızı dudaklı uçurtmasını uçuruyordu. ‘Feriiiitttt’ diye seslendi. Ferit dönüp baktı Kadına uçurtmayı uçurmayı bırakmadan. ‘Ne?’ dedi. Kadın el salladı Ferit’e; ‘Bak güneş gidiyor, yakalayamayacaksın’ dedi. ‘Yakalarım’ diye zıpladı neşeyle Ferit ve 
güneşe doğru uçurtmasıyla koşmaya başladı.

Kadın eli havada Ferit’in arkasından bakıyordu…

“Sen yakala bari güneşi…” dedi duyulmayacak kadar alçak bir sesle.

Güneş son ışıklarıyla Kadının kızıl saçlarının üstünde dans ederken, akşam Mezopotamya ovasının üstüne inmeye başlamıştı.

***

Not: "Güneşe Yazılan Yazılar" yazı dizim Ahmet Güneştekin'in "Yüzleşme" Sergisi'ndeki eserlerden esinlenerek yazılan deneme yazılarından oluşmaktadır. 

Bu hikâyedeki ‘Küçük Kız’ Orhan Miroğlu’nun “Affet Bizi Marin” adlı eserindeki bir bölümden esinlenerek yazılmıştır.

“Seyfo” (Kılıç Yılı) 20. yüzyılın başında Midyat ve yöresindeki olaylara verilen addır. 

Hikâyedeki Ferit, Mardin’de yaşayan bir Süryani çocuğudur. 

19 Kasım 2012 Pazartesi

Ahmet Güneştekin "Yüzleşme" Sergisi


Sanatçının yaratış serüveni uzun ve sancılı bir süreçtir. Eserini yaratırken, sanatçı her şeyini koyar ortaya; ruhu çırılçıplak kalır, her şeyle hesaplaşır, her şeyle yüzleşir, hatta yara bile alabilir. Serüven eserin ortaya çıkması ile biter ve sanatçı mutlaka başka bir serüvene doğru yelken açmıştır.

Ortaya çıkan eser ise, ulaştığı kitlelere, kişilere aittir artık. Sanatçıdan çıkmıştır bir kere. Bu sefer de, eserle iletişime geçen kişi kendi serüvenine doğru yola çıkar.

Ben bir resim ya da sanat eleştirmeni değilim. Bu nedenle benden bir eleştiri yazısı beklemeyin. Tamamen yukarıdaki düşüncelerim doğrultusunda olacak bundan sonraki satırlar da. Tiyatro tabiriyle “seyirci dramaturjisi” yapacağım.  Gözlerimin, beynimin, gönlümün ve ruhumun çıktığı serüveni, gördüklerim karşısında hissettiklerimi aktarmaya çalışacağım size…

Yeryüzünde iki kişi bile herhangi bir objede aynı ilişkileri algılamaz. O yüzden aktaracaklarım benim duygularım, algılarım. Belki sanatçının söylemek istedikleri bile olmayabilir.

Ahmet Güneştekin’in Antrepo No. 3 mekânında “Yüzleşme” diye bir sergi açacağını duyduğumda çok heyecanlandım. Mekânı bildiğim için, o devasa alanları nelerle dolduracak diye tahmin yürütmeye çalışıyordum.

“Yüzleşme” sergisinden önce de Ahmet Güneştekin’in eserlerinden ve sanatından haberdardım tabii ki. Onun sanatının, eserlerinin, nerede, ne zaman ve nasıl ruhuma dokunduğunu ise çok iyi hatırlıyorum. Eserlerinin girdabının içine çekilişim gökyüzünde oldu, uçakta… Yerden bilmem kaç bin metre yükseklerde, bir yerlerde… Aslında koordinatları da hatırlıyorum: Kuzey Mezopotamya’nın üstünde bir yerlerde…

Heyecanla beklemeye koyuldum. Nasıl bir şey olacaktı bu sergi acaba? Adı bile ürkütüyordu beni: “Yüzleşme”.

Serginin açılış günü yaklaştıkça sosyal medyada paylaşmaya başladı Ahmet Güneştekin eserlerinden detayları ve benim de kafamda bazı şeyler canlandı, yerine oturdu.

Mezopotamya coğrafyasının delisi, zamanının neredeyse kendine kalan her anını Mardin – Diyarbakır – Hasankeyf – Batman yöresinde geçiren ben, daha sergi alanına adımımı atar atmaz eserlerin yüzüme alev alev patlayışına şahit oldum, tek tek gönlümü ve ruhumu esir alışlarına. Mezopotamya şaha kalktı. Mezopotamya deniz oldu, efsaneleriyle, tarihiyle, müziğiyle, insanıyla, yaşadıkları ve yaşattıklarıyla üstüme geldi.

Antrepo’da attığım her adımda her eserin ne kadar ince elenip sık dokunarak, nasıl ince bir matematikle sergilendiğini fark ettim. “Muhteşem” tabiri duygularımı ifade edebilmek için az bile kalıyor…

Sanat anarşik bir olgudur. Sanatçı da anarşisttir. Hiçbir kalıba, kurala, kurama sığmaz, sığmamalıdır. Bunun tersini yapmak isteyenlere de izin vermemelidir. Herkes de sanatçı değildir, olamaz da. Ahmet Güneştekin hiçbir ekole, hiçbir kurama bağlayamayacağınız, kendi tekniğini, üslubunu yaratmış, hep daha iyiye gitmek için uğraşan ve bunu da, eserlerin karşısında duran kişiye çok iyi hissettiren bir sanatçı. Gerçek bir devrimci sanatçı.

Rahmetli babam eğer iş adamı olmasaydı kesin çok iyi bir ressam olurdu. Güzel resimler yapardı. Çocukluğumda gecenin bir saatinde uyandığımda onu değişik tekniklerle resim yaparken bulurdum. Dünyanın en önemli ressamlarının hayatını, eserlerini dinledim ondan. Bir resme nasıl bakmak gerektiğini, bir ressamın göz sorunu olup olmadığını nasıl anlayacağımı, solak ressamı fırça vuruşlarından nasıl ayırt edebileceğimi anlatırdı bana.

Bir fotoğrafçı torunu ve resim yapan bir babanın kızı olarak hep “bakmak değil, görmek” kavramını dinledim onlardan ve sanırım öğrendim de.

Ahmet Güneştekin solak ressamlardan ve bu da beni son derece heyecanlandıran bir özelliği. Sergiyi gezerken her eserin önünde uzun uzun durup, detaylara bakmaya ve onun sol fırça darbelerini görmeye çalıştım. Muhteşem bir duygu.

Ben Ahmet Güneştekin’in eserlerinde çok hırslı ve tutkulu bir sevgi görüyorum. Bir şeye inanıp, bir şeyi sevip, ona kendini ve tüm ruhunu adamayı görüyorum.
Eserleri bir girdap gibi. Karşısında duruyorsunuz ve kısa bir süre içinde sizi içine çekiyor. Anlatacağı çok şey var o eserlerin.

Serginin adı olan “Yüzleşme” lafı bile düşündürdü beni daha sergiye gitmeden. Sergi alanında kocaman bir aynayla karşılaşacağımı düşündüm. Yanılmamıştım, Ahmet Güneştekin’in tüm eserleri bir ayna aslında. Hepsi ayna tutuyor herkese ve her şeye. Hele hele “Yüzleşme” salonuna gelip eserin içindeki aynaları görünce, karşısına geçip baktım parçalara ayrılan suretime ve tam karşımda duran tarihe.

Mezopotamya’nın sesleri, renkleri, kokuları, dengbejlerin sesleri doldurdu bulunduğum odalardaki her boş alanı.




Mezopotamya coğrafyasına, Mezopotamya ovasına hayat veren güneş, toprağa hem bereketi getiren, hem de bağrını cayır cayır yakan güneş, her resimde bir köşede ve her eseri aydınlatıyor, her esere hayat veriyor.

Kaçış yok, nereye dönerseniz dönün yüzünüzü… Yüzleşiyorsunuz…

Herkesin algılama, kavrama şekli farklıdır. Kimi yazarak, kimi okuyarak, kimi bakarak, kimi de duyarak algılar, kavrar. Herkese, her beyne göre bir şey var burada. Videolar da öyle… İnsanlık suçları, sesler, acılar… Yüzleşin, sakın atlamayın, kaçırmayın, kaçmayın…

Her eserinin önünde,  Ezidiler gibi güneşin karşısına geçmiş ve içimden geçenleri güneşe söylerken buldum kendimi.

Mezopotamya’nın kadim topraklarının gizemi sardı beni her eserde, türküler, şiirler, destanlar sardı etrafımı bu topraklardan doğan. Mezopotamya’nın geçmişten günümüze bildiğim tüm sanatları var hepsinde.

Ahmet Güneştekin Anadolu’yu çok iyi özümsemiş bir sanatçı. Onun diğer işlerini bilenler anlarlar ne demek istediğimi. “Güneşin İzinde” belgeselleri ve yaptığı daha pek çok iş.




Şahmeran, Simurg, Troya, Güneşe Açılan Kapılar, Mevlana, Paradoks ve Yüzleşme onlarca eser ve konu arasında beni en çok heyecanlandıranlar oldu, ne yalan söyleyeyim…




“Paradoks” fenomen diye adlandırılabilecek eserlerden. Benim içimi acıttı aslında. Bölünmüşlükleri gördüm. Bütünden parçalara ve parçalardan bütüne gitmeyi değil de, parçalanmışlıkları gördüm.

“Güneşe Açılan Kapılar” defalarca dönüp dolaşıp önüne gittiğim eserlerden biri oldu. İnanılmaz bir detay var orada benim için ve o detay Ahmet Güneştekin’in evrensel boyutunu, evrensel kimliğini gözler önüne seriyor. Üç dinin kapısı duruyor karşınızda, o kapılara ulaştıran serüven, detaylar, renkler… Alıp götürüyor sizi. Ama bitirmiyor orada. Üç kapıdan sonra öyle bir yol, öyle bir detay var ki, sizi içine alıp orada olmayan evrensel kapının önüne götürüp bırakıveriyor. Mor rengiyle de evrenselliğin gerçek aynası o yol. Kendimi “Bilgi Kitabı”nın kapağına bakıyor gibi hissettim. İnanın defalarca dönüp dolaşıp o odaya gittim ve o eserin karşısından zor ayrıldım.

Bir diğer heyecanı da sergiye adını veren eserlerin olduğu odada yaşadım. O odaya da defalarca gidip dakikalarca kalıp inceledim hepsini tek tek. Tabii boyum yettiğince ve gözlerim detayları görebildiğince. Bahsettiğim eserler “Yüzleşme” adı verilen muhteşem yapıtlar.



“Yüzleşme” bazı detaylarıyla beni nefessiz bıraktı, Mezopotamya’nın orta yerinde cayır cayır yaktı.



Her eser farklı yerlere savurdu beni, Mezopotamya'ya, Batı Anadolu’ya, Orta Anadolu’ya, Bizans İstanbul’una ve daha pek çok duygu ve boyutlara.




Eserlerin karşısına geçip bakmakla bitmiyor iş. Tam algılayamıyorsunuz, her şeyi göremiyorsunuz. Değişik yönlerden ve açılardan incelenmeleri gerekiyor. Bu nedenle de bazı eserleri asılı oldukları yerden indirip yere yatırmak ve yanına uzanıp dokunmak, her detayını incelemek, farklı açılardan bakmak istedim.

Ahmet Güneştekin’in eserlerinin bende bıraktığı izlenim, hep devam eden, her sefer bir adım daha öteye götüren, akıcı, devinen, yerinde durmayan, duramayan ve umut vaat eden bir duygu şöleni.

Ben şimdi bu sergideki eserlerden esinlenerek kurguladığım deneme yazılarımı yazmaya başlayacağım. Siz de 30 Aralığa kadar kendinize bir iyilik yapın, gidin bu sergiyi görün, yüzleşin! Kaçırılmaması gereken bir iş. Türkiye’de yapılmış en iyi işlerden biri, belki de en iyisi, ta ki Ahmet Güneştekin bir sonraki işiyle daha iyisini yapana kadar.

Eline, beynine, gönlüne sağlık Ahmet Güneştekin…

Ömrün uzun, eserlerin sonsuz olsun…

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails