18 Ocak 2009 Pazar

Hrant'ı Okumak ve Okuduğunu Anlamak


Hrant Dink barış adamıydı. Dostluk, kardeşlik, birlikte yaşamak, eşitlik kavramlarını en güzel anlayan ve anlatan adamdı.

Ama ne yazık ki bu birilerinin hiç de işine gelmedi. Göz göre göre, 2004 senesinden başlayarak, iki sene önce AGOS gazetesi önünde kalleşçe katledilişine kadar geçen zamanda tehditler ve her türlü saldırı karşısında yalnız bırakıldı.

Bizim toplumumuzun ne yazık ki çok acı bir hastalığı var. Bu hastalığın adı, ‘bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak’.

Birileri vardır ve bunların amaçları bellidir. Bunlar giderler, herhangi bir yazının ya da kitabın içinden bir cümleyi cımbızla çeker ve bunu gündeme getirip cahil zümreyi hezeyana getirirler. Bir şey yapmasına gerek yoktur bu birilerinin, zaten özellikle cahil bırakılmış belli bir zümre hemen atlayacaktır ne hikmetse böyle bir olaya. Ve hemen ‘Vatan, Millet, Sakarya’ çığlıklarıyla linç girişimlerinde bulunacaklardır. Ne için kullanıldıklarını, ne halt ettiklerini bilmeden.

Belleksiz bir toplumuz ne yazık ki! O nedenle biraz geriye gidip bakalım olaylara.

Hrant Dink benim çok eski dostumdur. Onu 1996 senesinde AGOS gazetesini çıkartmaya başlamasından önce de, örneğin Beyazadam Kitapevi sebebiyle tanıyan pek çok insan vardır.

Ben çok şahit olmuşumdur Hrant’ın uzlaşmacı kişiliği sebebiyle pek çok kereler eleştiri oklarının hedefi olduğuna. Hrant abuk sabuk ön yargılara karşı her zaman bıkmadan, usanmadan ve yılmadan savaş verdi. Gün geldi diasporadan, gün geldi cemaatten ve pek çok zaman da içimizdeki belli bir kesimden eleştiriler aldı.

Benim her zaman en çok takdir ettiğim tarafı, devlet ve resmi çevrelerde, milliyetçi/muhafazakâr kesimlerden kaynaklanan önyargılara karşı vermiş olduğu mücadeledir.

AGOS Gazetesi 26 Şubat 2004 Perşembe günü bir saldırıya uğradı. Bir Türkiye gazetesi! ‘Olacak şey değil’ diyemedim ve fazla da şaşırmadım. Gerçi her zaman bazı tehditler vardı bildiğim kadarıyla, ama ciddiye alınacak şeyler değildi. Ama bu seferki ağır ve çirkin bir olaydı. Hâlâ nefretle kınıyorum o olayı, ama beklemiyor da değildim böyle bir ahlâksızlığı. O olayın öncesinde Hrant hangi televizyon programına çıksa, karşısına kudurmuş gibi, neredeyse ağzından salyalar akarak ona saldırmak için hazır bekleyen birileri vardı. Saldırıya da geçiyorlardı. Hrant bunları başarıyla püskürtüyordu her seferinde.

O dönem AGOS gazetesinde yayımlanan Sabiha Gökçen ile ilgili iddialar ve özellikle de Hürriyet Gazetesi’nin bunu manşete taşıması olayları kızıştırdı. Sanki memleketin namusu elden gitmişti. İnanılmaz bir rezillik sergilendi pek çok çevre tarafından. Sanki Ermeni olmak suçmuş gibi davrandı bazıları. Ben kendi adıma çok utandım olanlardan, yapılanlardan, yazılan ve söylenenlerden. Yüzüm kızardı. Kendimi çok kötü hissettim.

Birileri bu olaya çanak tuttu. Türk tarihini ve Anadolu topraklarının binlerce yıllık geçmişini sadece Osmanlı’dan ibaret sanan bir cahil ve kültürsüzler ordusu da sarıldı kaleme. Yazılanlar, çizilenler, söylenenler rezillik boyutlarına ulaştı zaman zaman. Kimsenin anlam veremediği bir süreç başladı. Doğru ve güzel bir şeyler yazanların yazıları biraz gümbürtüye gitti, hatta zayıf ve hafif kaldı. Çok kısa bir zamanda herkes birer birer gerçek yüzünü göstermeye başladı. Hatta bir zamanlar Türkiye’nin en prestijli gazetelerinden birinde, bir kişi okuduğunu anlamaktan aciz bir şekilde, Hrant’ın aslında pek de güzel olan bir yazısının orasından burasından alıntılar yaparak olayı tırmandırdı.

26 Şubat 2004 Perşembe günü AGOS Gazetesinin önünde ülkücüler bildiriler okumaya, Hrant Dink’e yönelik ölüm tehditleri içeren sloganlar atmaya başladılar. İşin en ilginç yanı ise, bu ‘izinsiz’ gösteriye ve atılan tehdit sloganlarına rağmen polisin müdahale etmemesi, orada onca televizyon kanalının çekim yapmasına rağmen bu haberin kamuoyuna yansımaması, gazetelerde bu vahim olaya yer verilmemesi, Türkiye Gazeteciler Cemiyetinin ve Çağdaş Gazeteciler Derneğinin herhangi bir basın açıklaması yapmaması...

Bütün bunlar çok düşündürücüydü. Benim en vahim bulduğum konu ise, vatan sevgisinin kimlere kaldığıydı! Bunlara mı kalmıştı? Ayrıca bunlar vatanperver falan değil, hepsi vatan hainiydi aslında. Nasıl oluyor da vatan sevgisini kendi tekellerinde görme hakkına sahip oluyorlardı? Keşke bunların hepsinin toplam vatan sevgisi Hrant’ın Türkiye sevgisinin milyarda biri kadar olsa!

Böylece ne yazık ki, geriye sayım başladı ve bugünlere geldik.

Ben Hrant’ı eleştiren pek çok kişinin Hrant’ın yazdığı onlarca yazıyı, yaptığı onlarca söyleşiyi okumadığını çok iyi biliyorum. En büyük eleştiriye sebebiyet veren sekiz bölümlük yazı dizisini okumadıklarını da. Ama o yazı dizisinden diasporaya söylediği bir lafı cımbızla çekerek Türklüğe hakaret olarak algılayıp linç harekâtına başladıklarını tüm toplum, hatta tüm dünya biliyor. Oradan buradan, kulaktan dolma şeylerle eleştiri oklarını hedefe yönelttiklerini de. Beni en çok şaşırtan da, zamanında Hrant’ın hakkında söylemediği lafı bırakmayan ya da 2004’deki olayda kılını kıpırdatmayan bazı kişilerin Hrant’ın katledilişinden sonra onu öven yazılar yazma cesareti göstermeleriydi. Kendilerinde nasıl bir hak gördülerse artık?

En vahimi de, keşke bazı insanlar ‘okuduklarını bile anlamaktan aciz’ olsalar. Keşke bazıları okusa da, anlamasa. Okusun, anlamasın, eleştirsin. Bir şekilde o kişiye anlamadığı ya da yanlış anladığı anlatılabilir ya da buyursun beni ikna etsin. Ama ne yazık ki, tüm olan biten zaten okumayan, oradan buradan duyduğu saçma sapan şeylerle yetinen kişilerin başının altından çıkıyor. Buna cahillik mi dersiniz, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak mı dersiniz, ne dersiniz bilemem. Ama bir cümleyi cımbızlayıp içeriğini bile bilmediğin bir yazı hakkında konuşamazsın. Buna kimsenin hakkı yoktur.

Geçtiğimiz yıl, Hrant’ın katledilişinin birinci yıldönümünde bir kitap çıktı piyasaya. Uluslararası Hrant Dink Vakfı Hrant’ın yazdığı ve yayımlanmamış olan kitabını ‘İki Yakın Halk, İki Uzak Komşu’ adıyla yayımladı.


Bence bu kitap her Türk vatandaşının mutlaka okuması gereken bir kitap. Aslında tercüme edilip tüm dünyaya okutulması gereken bir kitap. Ermenistan’da yaşayan Ermenilerin de, diaspora Ermenilerinin de okuması gereken bir kitap.

Hrant’ın Türk Ermeni ilişkisizliği üzerine yazdıkları elbette yazıldığı dönemde de yeni görüşler değildi. Onun on yıl boyunca yazdıklarının ve konuştuklarının birer özetiydi.

Kitabın sunuş bölümünde Hrant şöyle diyor:

“Dikkatinize sunduğum bu çalışma da işte, kendi durduğum noktadan kendi bakış açımın bir ürünü.

Ve hemen belirtmem gereken husus o ki, bu çalışma sadece Türkiyeli Ermeni Hrant Dink’in bakış açısıdır ve kesinlikle tüm Türkiye Ermenilerinin bakış açısı olma iddiasını taşımaz.

Kendi durduğum noktanın koordinatları ise şöyle:

Benim iki kimliğim var ve ikisinin de bilincindeyim.

Birincisi Türkiyeliyim, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşıyım...

İkincisi de Ermeni’yim.

Üstelik her ne kadar Türkiye Ermeni Toplumu’nun bir parçası olsam da aynı zamanda Ermenistan’ın ve dünyaya dağılmış Ermeni Diasporası’nın da moral bir parçasıyım, o insanların soydaşıyım.

İşte tüm bu nedenlerle eğer birileri tek bir nedenle dahi Türk-Ermeni ilişkilerinin düzelmesini istiyorsa, benim nedenim en azından iki kat daha fazla.

Beni hangi kimliğimle ele alırsanız alın, farketmez...” (Sayfa 2)



Kitap ilişkisizliğin yakın tarihini, resmi ve sivil alandaki temas çabalarının nasıl boşa çıktığını, hangi merciler tarafından baltalandığını anlatarak başlıyor. Türkiye – Ermenistan ilişkisizliğini besleyen nedenleri de üç başlıkta topluyor: Tarih, Travma, Paranoya. Bu bölümde tüketilen miras olan tarihsel ilişki, Ermeni dünyasının ruh hali ya da ağır mirası travma ve Türk ulusal kimliğinin temel harcı paranoya masaya yatırılıyor. Ne yapmalı, ne yapmamalı konusunda da tarihin üstüste pek çok şifresi olan kilidinin nasıl açılabileceğini ve kilidi açılabilirse o tarihin nasıl aşılabileceğini anlatıyor. Ama tüm bunları başarabilmek için de resmi tez, resmi temsil ve sivil alan üçgeni arasındaki farklı duruşları ve etkileşimleri de kavramak, bunların ayrımına varmak gerekiyor. Korkunun yerine arzuyu koymak gerekiyor.

Kitabın sonsözünde şöyle diyor Hrant:

“Türkiyeli bir Ermeni olarak değişik adreslere konuşmak durumunda kalırken özellikle iki noktaya özen gösterdim. Birincisi hitap ettiğim adrese karşı eleştirel durabilmeye, ikincisi bu adresleri birbirine karıştırmamaya... Ne yazık ki, aynı özeni, hitap ettiğim adresler çoğunlukla göstermediler. Avrupalılarla konuşurken Avrupalıları eleştirdim ama bu eleştirilerimden Ermeniler ya da Türkler kendilerine pay çıkarıp söylemleri yerdiler ya da övdüler. Türklerle konuşurken Türkleri eleştirdim ama buradan da Avrupalılar ya da Ermeniler kendilerine pay çıkarıp eleştirileri yerdiler ya da övdüler.

Tabiî Ermenilerle konuşurken de Ermenileri eleştirdim ama bundan da özellikle Türkler kendilerine pay çıkarıp saptamaları yerdiler ya da övdüler. Sanırım bu benim gibi biri için bundan böyle de kaçınılmaz bir handikap olacak. Ama ne çare ki bu duruma karşı benim samimi durmak dışında başkaca alabileceğim bir tedbir de yok. Adresler beni şaşırsa da ben adresleri şaşırmayacağım, hepsi bu...” (Sayfa 74)


Adreslerin onu ne kadar şaşırdığı, kalleşliğin olayları nerelere getirdiği bugün malûm. O nedenle sunarken bölümüne geri dönüp baktığımızda:

“...artık söylemlerimizin anlaşılır olması ve ayaklarının üstünde sağlam durması gerekir.

Ne demek istediğimizi her zamankinden daha iyi anlatabilmemiz gereken bir süreç yaşıyoruz.

Söylemlerimizin ayrıntıları dahi bu açıdan hayli önem taşıyor.

Aksi durumda söylenenlerin tahrif edilmesinin, sağa sola çekilmesinin veya amaçları dışında kullanılmalarının önüne geçmek mümkün değil.

Bunu yapmak için de maşallah hem Türkiye içinde hem dışarıda ‘hazır kıta’ bekleyen odaklar fazlasıyla mevcut.

Bu mütevazı çalışmanın tüm bu ayrıntılar dikkate alınarak değerlendirilmesini diliyorum.” (Sayfa 4)


sözleri bugün geldiğimiz noktada bu kitabın okunması ve ondan da önemlisi okuyanın okuduğunu anlaması gerekliliğini gözler önüne seriyor.

Bu kitap o zamanlar, kalleşlik kapıyı çalmadan yayımlansaydı bir şeyler değişir miydi? Değişmezdi. Çünkü tüm bunlar yıllarca söylendi, dile getirildi. ‘Hazır kıta’ bekleyen kalleşler zaten gene cımbızlar gene aynı şeyi yapardı.

Bu kitabı okuyun, herkese de okutun. Belki biraz ufuk açar, belki yaralara merhem olur.

15 Ocak 2009 Perşembe

4

Şu bizim aydan zıplayıp dünyaya düşen kedi var ya hani şu Aydan Atlayan Kedi diye de bilinen, beni mimledi. Aslında ben gidip sazan gibi kendimi mimlettim. O da pat diye kafama mim attı! Puh!

Efendim, emriniz olur kedi hanım, hemen mime cevap yazalım.
Mim'in konusu şu: "Yaptığım 4 işi, defalarca izleyebileceğim 4 filmi, yaşadığım 4 yeri, izlediğim 4 tv programını, tatil için gittiğim 4 yeri, en sevdiğim 4 yemeği, hemen şimdi olmak isteyeceğim 4 yeri ve bir yağmur damlası olsaydım düşmek isteyeceğim 4 yeri" yazacakmışım. İstersem hepsine istersem yalnızca yağmur damlası bölümüne cevap yazacakmışım.

Ben hepsini cevaplamak istiyorum.

Yaptığım 4 iş: Ben bu soruyu herhalde yapmaktan zevk aldığım dört iş olarak cevaplamak gerekir diye algıladım.

1- Rehberlik: Bu benim mesleğim ve ben mesleğimi seviyorum, hatta ona aşığım. Rehberliği de TR'nin her yerinde zevkle yapıyorum. Güzel bir İstanbul turu, GAP turu, benim organize edip programını yazdığım Mardin turu, Doğu Anadolu ya da Karadeniz'de bir tur, Ege'nin özellikle kuzeyinde yaptığım turlar, Efes turu, Afrodisias turu vs.

2- Yazmak: İşte bu hastalık derecesinde, tutku derecesinde bir şey benim için. Bana mutluluk veren bir şey.

3- Oyuncu koçluğu ve eğitimi: Özellikle tiyatro konusunda Grotowski ve Barba metodlarıyla verdiğim dersler, yaptığım workshoplar. Oyuncu koçluğu. TR'de oyuncu koçu adama mesleğini öğreten, oyunculuk öğreten kişi diye algılanır ama öyle değildir. Oyuncu koçu dış gözdür. İyi eğitimli de olsa her oyuncu oyuncu koçuyla çalışmalıdır.

4- Sosyal projeler: Kadınlara, çocuklara ve çocukların eğitimine yönelik sosyal içerikli (özellikle de Güneydoğu Anadolu'da) projelerin her safhası.

Defalarca izleyebileceğim 4 film:

Bu çok basit...

1- Sarhoş Atlar Zamanı

2- Uçurtma Avcısı

3- Olağan Şüpheliler

4- Frekans

Yaşadığım 4 yer:

Valla ben bunu da hem yaşadığım hem de yaşamaktan mutlu olduğum yerler olarak algılıyorum. Bu nedenle:

1- İstanbul / 2- Viyana / 3- Havana / 4- Ankara

diye kısaca özetleyerek geçiyorum.

İzlediğim 4 tv programı:

Sanırım bu da en hoşlandıklarım anlamında algılanmalı. Çünkü ben çok şey seyrederim ama cevap basit. İllâ da bugünden olması gerekmez sanırım...

1- Her ne yaparsa yapsın Okaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaan Bayülgeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeen programları... Gece Kuşu, Zaga, Makina, Disco Kralı gibi. Ama NTV'deki programı da tabiî ki.

2- Ben güzel dizileri de severim... Aşk-ı memnu, Hatırla Sevgili, Sıla, Adanalı, Çemberimde Güloya, Kırık Kanatlar, Yol Arkadaşım vs vs pek çok bu ve buna benzer dizi. Gerek beğendiğim için, gerek senaryosu için, gerekse tanıdığım oyuncular ya da benim de öğrencim olan oyuncuları seyretmek için...

3- Haber ve tartışma programları. Bu konuda isme gerek yok. Duruma, konuya, katılımcılara göre değişir.

4- Ne yaparsa yapsın, gak dese ekrana burnumu dayayıp seyredeceğim biri de Mete Belovacıklıdır. Bir zamanlar CNN Türk'te Cafe Siyaset'i yaparken turlarımı bile ona göre ayarlardım. :)))) Şimdilerde ATA TV'de ve ben onu seyretmeye doyamıyorum.

Tatil için gittiğim 4 yer:

Ben gene bana bir şey ifade eden, orada olmaktan mutlu olduğum yerleri sayayım. Her ne kadar rehber de olsam, çalıştığım yerlere de gidip tatil yapıyorum haliyle. Çok yer gördüm, çok yere gittim ama benim için en önde gelen ve özel yerler:

1- Mardin: Seviyorum, tapıyorum, ölüyorum, bitiyorum. Özlemi içimi yakıyor. Bir bahaneyle her fırsatta gidiyorum.

2- Erivan: O kadar seviyorum ki, benim başka yerlere özlemimi bitirdi içimde.

3- Cunda: Dünyanın en güzel yerlerinden biri, benim mutlu olduğum yerlerden biri.

4- Selçuk / İzmir: Orada hissettiklerimi, dugularımı anlatmak pek öyle mümkün değil. Orası belki de ilk aşkım benim.

En sevdiğim 4 yemek:

Ben vegan vejetaryenim. Benden öyle sağlıksız şeyler beklemeyin... :))))

1- Makarna (sosunu ben hazırlayacağım, vegan blogumda tarifi var)

2- Mercimek ve Çilav.

3- Yemekten sayılmaz ama Topik. Hayatım hep en iyisini aramakla geçer ve ne güzeldir ki, tanıdığım herkes de pek güzel yapar topiği.

4- Vegan Pizza (hamurunu, sosunu kendi yaptığım, peynir olarak silken tofu kullandığım ve herkesin de çok beğendiği ve tarifi vegan blogumda da olan pizzam).

Hemen şimdi olmak isteyeceğim 4 yer:

1- Mardin

2- Kınalıada

3- Atina (orada o kadar çok bekleyen eşim dostum var ki, aslında hemen şimdi gitmem de gerekir)

4- Şile ya da Ağva

Bir yağmur damlası olsaydım düşmek isteyeceğim 4 yer:

Yalnızca bir tek yer var, o da okyanus. Okyanusta bir damla olmak duygusunu ben Hindistan'da yaşadım ve o duyguyu çok sevdim. Evet, bir yağmur damlası olsaydım okyanusa düşmek isterdim.

Benden bu kadar...

Bu mim'i kimlere paslayayım? Buldum:İko, Merail, Borsalino, PortakalMavisi, Arjantin'denPapağanGibiYazılar ve tabiî arzu ederse Zeynep...

Haydi bakalım!

12 Ocak 2009 Pazartesi

Teşekkürler Caner



12 Ocak 1978 - 12 Ocak 2003. Tam 25 yıl. Hayatımın en mutlu yılları.

Bunun için sana teşekkür ederim Caner.

Hiç kimsenin gelişi senin gelişin gibi mutlu etmedi. Hiç kimsenin gidişi de senin gidişin gibi yakmadı, acıtmadı.

Sen canım oldun, sırdaşım, arkadaşım, dostum, akıl hocam, herşeyim.

Ben çok şanslı ve mutlu bir insanım aslında, çünkü sen gerçek sevgiydin. Gerisi yalan!

İyi ki vardın! İyi ki varsın!

Teşekkürler Cankom!

10 Ocak 2009 Cumartesi

Bir Yazının Anımsattıkları


Bugün sevgili arkadaşım, dostum ve meslektaşım İlknur'un blogundaki 'KAR' yazısı bana bir şeyleri anımsattı, sizlerle paylaşmak istedim. Aslında mesele kar ve şehir, özellikle İstanbul. Ama bu konu beni bambaşka bir yere götürdü. 2003 senesinde Davos'ta yaşadığım bir olayı hatırlattı bana İlknur'un yazısı ve benim o yaşadığım olay üzerine yazdığım bir yazıyı. Ama bakın sonunda benim yazı nerelere gidiyor ve kaç sene önce yazılmış ve düşünün bakalım ne değişmiş?


Ne yazık ki, hâlâ bu yazı güncel. Paylaşmak istedim sizlerle... Fikirlerinizi bekliyorum, tv programlarının adları ve turizmin dibe vurması dışında değişen ne var?



TÜRKİYE BU MUDUR?


Tarih: Haziran 2003. Yer: Davos.

Hava serin ama güneşli. Bir kahvenin bahçesinde Gülçin, Gürsel, Serap ve ben oturuyoruz. Gözümde gözlüklerim başımı geriye doğru atıp koltukta biraz kaykılıp bacaklarımı uzatmış güneşin burnumu gıdıklamasının keyfini çıkartıyorum.

Serap sessizliği bozuyor: “Bunlar halletmiş işi. Huzur boyutu burası vallahi. Ben burada yaşayabilirim.” Diğer kızlar da onaylıyorlar.

Beynimden vurulmuşa dönüyorum birden. Yerimde hızla doğrulup, gözlüklerimi çıkartıp hepsinin gözlerinin içine tek tek ve kötü kötü bakarak: “Ben asla yaşayamam. Delirdiniz mi siz?” diyorum. Biliyorum, hepsi bana bakarken asıl benim delirdiğimi düşünüyorlar.

“Olur mu, bir düşünsenize” diye devam ediyorum, “Bu adamların hayatı ne kadar sıkıcı. Sabah kalk, işe git, akşam eve dön, hayat garanti, iş iyi, paran kıymetli. Düşünecek bir şeyin yok. Bunlar Allah bilir ya, başbakanlarının adını bile bilmiyorlardır. Ben böyle yaşayamam, ne o öyle robot gibi? Sabah uyandığında hemen ‘aman bugün borsa ne olacak, hükümet düşer mi, akşama bizim başbakan halâ başbakan mı, işe yetişebilecek miyim, eve vaktinde dönebilecek miyim, trafik tıkanmış mıdır, benzin zam görecek mi bu hafta, maaşım beni ay sonuna kadar idare eder mi’ gibi soruların sorulmadığı bir ülkede, adrenalinin Istanbul gibi tavan yapamadığı bir şehirde yaşayamam ben, kusura bakmayın!” deyip, gözlüklerimi takıp arkama yaslanıyor ve burnumu güneşe bırakıyorum.

Bana hak verir gibi yaptılar, güldürler falan ama eminim ‘delirdi’ diye düşündüler. Ben de onların Davos’ta huzurlarını bozmuş olmanın getirdiği zevkle sadistçe sırıttım. Ama gözlerimi göremedikleri için gülümsüyorum sanmış olmalılar.

Hani bugünlerde herkes konuşuyor ya, Türkiye’nin %49’u mutluymuş, nasıl olur falan diye. Oradan aklıma geldi vallahi. Başka bir niyetim yoktu yani.

Aslında bu yazıyı tetikleyen Antalya Belek’te bir otelde gördüğüm bir olay. Belki bilirsiniz, belki de bilmezsiniz ama Türkiye’nin cennet köşelerinden sayılan Antalya sadece yazın tıklım tıklım dolmaz. Esas gerçek turizm Şubat ayından itibaren Almanların gelmesiyle başlar. Yazın yerini deniz kenarı tatilcilerine bırakıp, Eylül ayından itibaren gene aktif turizm hareketine geri döner. Almanca rehberler de Antalya’ya yollanırlar mecburen. Bir otelde diğer rehber arkadaşlarla çay içiyorum, garip bir hareketlilik dikkatimi çekiyor otelde. Kendimi Sultanahmet meydanında sanıyorum bir anda. Otelin lobisini basmışlar sanki Sultanahmet’in sokak satıcıları. Her köşe onlarla dolu. Sahte parfümler, sahte Rolex ve diğer marka saatler, havlu niyetine bile kullanmayacağınız, halı diye yutturulan paçavra parçaları, son yılların yükselen trendi (!) paşmina kaşkollar (tabii ki hakiki paşmina değil), Boss marka (!) çoraplar, Lacoste (!) kazaklar vs. Hayatta en sinirlendiğim şeyler otelin lobisinde etrafımı sarıyor bir anda. “Bu ne ya?” diye bağırdığımı hatırlıyorum. Rehber arkadaşlarım açıklıyorlar: “Türk Pazarı, Nükhetçiğim, Türk Pazarı. Her hafta Türk Pazarı yapılıyor bu otelde!” Bütün gece, pazarcılar standlarını toplayıp gittikten sonra bile bende her iki lafın biri “Türkiye bu mudur?”

Ben buna ne diyeyim, ne yazayım? Midem kalkıyor. Söyleyecek laf çok ama...

Kendimi gazete okumaya ve televizyon seyretmeye veriyorum. Daha da deliriyorum tabii. Gazetelere bakıyorsun, töre cinayetleri Türkiye’de, Almanya’da. Töreniz batsın! Dünya durmuş sanki ve tüm Türkiye ‘kim kimle çiftleşecek’ programlarına odaklanmış. Türkiye bu mu, Türk gençliği bu mu, Türk kadını, Türk erkeği bu mu dedirten ve çıldırtan programlar.

Cumartesi gecelerimin yıldızı, Okan Bayülgen döktürüyor gene. Kimileri kimi televizyon kanallarını parsellemiş. Yapıştırıyor Okan Bayülgen Gülben Ergen’le ilgili fikrini: “Son zamanlarda entellektüel tulumunu giymeye çalışıyor, ama tulumda bayağı boş yer kalıyor!” Herkesle uğraşır durmadan haklı olarak. Birileri reyting kaygısıyla, gözetlenme evlerinin eski simalarını çağırıp duruyor programına durmadan. Caner’in kendi kafasında bardak kırması mıdır Türkiye? Size Anne diyebilir miyim evinde ‘Bu eve saç bandını ilk ben getirdim’ diyen saldırgan, saygısız ve numaradan ağlama krizlerine giren Seval midir Türkiye? (Okan diyor ki, “Seval’den ‘ilk ampulü bulan benim’ demesini beklemiyoruz elbette ama ‘bu eve ilk saç bandını getiren benim’ diyen birine hemen ambulans çağırmak gerekir.”) Haksız mı? Bir kalite bir kalite. Sadece bununla mı kalıyor bu kalite meselesi? Bütün gün her kanalda bir kadın programları enflasyonu. Rezalet. Müjde Ar Radikal Gazetesi’nde Hızır Tüzel söyleşisinde Kadın sorunlarının sürüyor olmasını konuşurlarken sanatın o anlamda bir işlevi kalmadığını düşündüğünü söylüyor, “Cumhuriyet tarihine bakınca eziyet etmediğimiz, tu kaka etmediğimiz, sanatçı, aydın kalmamış. ‘Türkiye’de sol yok’ diyoruz, solu yerleşik anlamda tartışacak, geniş kitlelere iletecek bütün insanların defterini dürmüşsün, hayata geldiklerine bin pişman etmişsin. Ondan sonra da elbette, yapılan her şey yarım yamalak, temelsiz ve kof olacak. Başka türlü de olmaz” diyor.

Orhan Pamuk’a karşı başlatılan linç kampanyası. Karşı çıkabilirsiniz, haksız bulabilirsiniz, benim gibi tercüme kurbanı olduğunu düşünebilirsiniz. Ben Aziz Nesin’in ‘Türklerin %60’ı aptaldır’ dediğinin iddia edildiği Torbalı’da bizzat o söyleşiyi dinlemiş, böyle ve bu tarzda söylemediğine şahit olan, ertesi gün ilk olarak yerel medyada bu lafı görünce şaşkına dönen biri olarak, bu mesele sonraları tüm Türkiye’yi sardığında da, öyle demedi ama bu lafı haklı çıkartacak şekilde davranıyoruz diye düşündüm hep. Ne olursa olsun, bu tarz linç kampanyaları doğru mu? Bu faşizan tavırlar nedir böyle? Yok etme tehditleri, kaba güç gösterileri. Nedir bu ya? Nedir bu pespayelik?

Ortodoksların denize haç atma törenine karşı alınan tavra ne demeli? Bu kadar mı tarih cehaleti içinde bu insanlar? Bunlar neden tarih gerçeklerini görmezlikten gelip kendi uydurdukları bir tarihin ardına saklanmak isterler. Türkiye bu mudur?

Şarap üreticisi %118 vergiyle karşı karşıya gelince artık saçmalamanın doruğuna vardılar dedim. Bunlar da tarih bilmiyor, ekonomiden anlamıyorlar. İşin ekonomiye vuracağı darbeyi bırakalım bir yana, şarabın bu topraklardaki tarihine dönüp bir bakalım. Ama sen Anadolu’yu yadsırsan, Anadolu Kültürlerini kendi tarihin değil zannedersen, hâlâ 19. yüzyılın şarlatan tarihçileri gibi her şeyi Batıdan gelme zannedersen, diğer tarafın kurgulama Türkçülük tarihleri gibi sen de bir Arap safsatasına tutkuyla yaklaşırsan, ne diyeyim yazıklar olsun! Türkiye bu mudur? Bu mu medeniyetlerin beşiği Anadolu’nun üzerindeki Türkiye Cumhuriyeti’nin düşeceği durum?

Bu devirde karikatür ceza mı almalı? Demirel yaptı mı böyle şey? En ağır karikatürleri çizdiler üstelik onun için. Özal’ın yaptığı oldu, ama onu sevimli bile kıldı zaman zaman karikatürler. GIRGIR dergisi her zam geldiğinde bir Özal kafası eklerdi para hanesine, hatırlasanıza? Özal karikatürlerini biriktirirdi. Bu devirde olmaz kardeşim böyle şey. Türkiye bu mudur?

Yoksa Serap Davos’ta söylediklerinde haklı mıydı? Ben gene dilime pelesenk ettiğim ‘Türkiye hâlâ mümkün’ sözünün arkasına mı sığınacaktım? Daha neler var neler, kime sorsan bin ah işitirsin de, daha fazla içinizi karartmayalım. Birilerinin sayesinde plâk takıldı, sormadan duramıyorum: Türkiye bu mudur?

Aslında cevabı Perihan Mağden’in bir yazısında buluyorum: “Türklerin anketlerde bu denli mutlu çıkması, bir yalancılık iptilasının son dışa vurumu olabilir mi? Acaba? Mutsuz yalancı yoktur.”

Fotoğraf: Erciyes (Nükhet Everi)

6 Ocak 2009 Salı

Harold Pinter'in Ardından


‘Nobelli yazar Pinter öldü’ haberini okuduğumda elim yazı masamın üzerinde duran, her daim gözümün önünde olmalarından zevk ve kuvvet aldığım bir sürü tiyatro kuramı kitabının arasındaki ‘Harold Pinter Tiyatrosu’ adlı kitaba gitti. Kitabı Stanislavski, Meyerhold, Brecht, Grotowski ve Barba kitaplarının arasından çekip çıkarttım.

Uzun süre kitabı öylece tutmuşum. Düşünüyordum: ‘Nobelli yazar Pinter öldü’. 24 Aralık 2008’de gırtlak kanserine yenik düşen Pinter’in ardından söylenen buydu. Bu kadar basit bir cümle. Pinter’in bana ne ifade ettiğini, onu bilenlere ne ifade ediyor olabileceğini ve basından bu haberi okuyup onu tanımayanlara da ne ifade etmesi gerektiğini düşünüyordum bu cümlenin.

Düşüncelerden sıyrılıp elimde tuttuğum kitabın kapağına baktım. O zamanlar henüz doçent, şimdi ise profesör olan Jak Deleon’un yazdığı bu kitabı görüp aldığımda nasıl mutlu olduğumu hatırladım. Harold Pinter’in kitabın kapağındaki fotoğrafına baktım uzun uzun. Gülümsedim. Bana nedense çok şey anlatan ama Pinter’in ölüm haberiyle basında çıkan fotoğraflardan değildir o fotoğraf.

Bir şeyler yazmam gerektiğini düşündüm ama bir türlü gitmedi elim yazmaya. Günlerce ne yazmalı diye düşündüm. Harold Pinter dünyanın en önemli tiyatro yazarlarından biriydi, 32 oyun, 13 skeç yazmıştı. Senaristti, 24 tane senaryo yazmıştı. Müthiş bir şairdi, çok üretkendi bu alanda da. Düzyazı şeklinde eserler de bıraktı. Oyuncuydu, tiyatro ve televizyon oyunculuğunun yanı sıra tiyatro ve televizyon yönetmeniydi.

Tüm bunlardan başka insan hakları savunucusu idi. 1985’te Arthur Miller’le birlikte 12 Eylül baskısı altındaki aydınlara destek olmak için Türkiye’ye gelmişti. Yakın geçmişte Hasankeyf’i korumak için kampanya başlatmıştı.

2005 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldı. Ödül töreninde İsveç Akademisi Başkanı Horace Engdahl, Pinter için “Günlük keşmekeş içindeki uçurumları gözler önüne seren ve zulmün kapalı odalarını açılmaya zorlayan bir yazar” demişti.

Pinter’i anlamak için aslında biraz Pinter Tiyatrosu’ndan bahsetmek gerekir.

Harold Pinter 10 Ekim 1930’da Hackney, Doğu Londra’da dünyaya gelir. Çocukluğu işçilerin yaşadığı, yıkılmaya yüz tutmuş evlerin, bir sabun fabrikası ve demiryollarının bulunduğu bir semtte geçer. Savaş yılları çocukluk dönemine denk gelmesine rağmen taptaze anılarla aklındadır. 16 yaşında tiyatro tutkunu İngilizce öğretmeninin yönettiği oyunda Macbeth’i canlandırır sahnede. 1948’de Kraliyet Tiyatro Akademisi’ne bursla kabul edilir.

1951’de profesyonelliğe adım atar ve ilk defa pofesyonel olarak sahneye çıkar. 1957’ye kadar farklı kentlerde farklı tiyatrolarda oyunculuk yapar ve 1957’de ilk oyununu ‘The Room’ (Oda) yazar.

1958’de (daha sonra filme de çekilecek olan) ikinci oyunu ‘The Birthday Party’ (Doğumgünü Partisi) ve 1959’da ‘The Dumb Waiter’ (Git – Gel Dolap) ile yavaş yavaş eleştirmenlerin de dikkatini çekmeye başlar. Filme de çekilen ‘The Caretaker’ (Kapıcı) oyunuyla olumlu eleştiriler, övgüler, ödüller gelmeye başlar. Pinter’in uzun ve kısa oyunları değişik tiyatrolarda sahnelenmeye başlar. Artık ünü dünyayı sarmıştır. 60’lı yıllarda ‘The Homecoming’ (Eve Dönüş), ‘Landscape’ (Manzara) ve ‘Silence’ (Susku) ile Pinter başarısını daha da yukarılara taşır ve ödüller almaya da devam eder.

1970’de Hamburg Üniversitesi’nden Shakespeare Ödülü, Reading Üniversitesi tarafından Onursal Doktor ünvanı alır.

‘Old Times’ (Eski Zamanlar), ‘No Man’s Land’ (Issız Topraklar), ‘Betrayal’ (Aldatma), ‘Family Voices’ (Aile Sesleri), ‘A Kind of Alaska’ (Bir Tür Alaska), ‘Victoria Station’ (Victoria İstasyonu) ile 1970 – 80 arası başarı merdivenlerini hızla tırmanır ve daha pek çok oyunla 2000’li yıllara gelir.

Pinter, Ionesco, Beckett ve Genet gibi ‘Uyumsuz Tiyatro’ yazarları arasında anılır. Fakat tarzıyla ve kullandığı dil ile hepsinden ayrılır. Hatta o kadar farklıdır ki, ‘Pinteresque’ (Pintervari) diye adlandırılmıştır tiyatro stili.

Sırf bu sebeple hakkında ciddi akademik araştırmaları, çalışmaları, ciddi yayınları hakediyor Harold Pinter Tiyatrosu. Ve gene bu nedenle Jak Deleon’un kitabı yeniden gündeme oturuyor ve önem kazanıyor.

Deleon kitabında, Pinter’in tiyatrosunda insanların düşleyip özlemini çektikleri yaşam ile sürdürmekte oldukları yaşam arasında onulmaz bir boşluğun varlığına dikkatimizi çekiyor.

Pinter, tiyatrosunda insanın evrensel yalnızlığını işler. Soyut kavramlarla değil, insan olmanın somut deneyimi ile ilgilenir. Kişileri simgesel değil, gerçek varlıklardır. Entellektüel söylevler verip simgesel atılımlara geçemezler. Pinter gerçeği çarpıtmaktansa gerçekçi bir anlayış içinde sergilemeyi yeğler. Pinter’in gerçekçilik anlayışı sahne diline yeni boyutlar getirmiştir. İlk anda tümü ile mantıksız ve uyumsuz gibi görünen bu dil, aslında sözcüklerin kendilerinin değil, insanların sözlerle birbirlerine yaptıklarının önemli olduğunu kanıtlar. Dil amaç değil, araçtır.

Bir konuşmasında Pinter şöyle der: ‘Oyunlarımda olanlar benim içimde de oluyor.’ Yani Pinter kişileri ile birlikte yaşar, kaygılarını bölüşür.

İşte tam bu noktada durup Pinter’i yeniden okumak ve iyi anlamak gerektiğini düşünüyorum. Yazdıkları aslında gerçek yaşamın, hatta kendisinin yansımasıdır. Doğru ve düzgün insandır, adam gibi adamdır, insan gibi insandır.

Pinter Tiyatrosu’nun özü: ‘Yaşamayı sürdürmek ve yaşamı kırbaçlayan istemi yadsımamaktır’.

Harold Pinter hakkında detaylı bilgi için:
http://www.haroldpinter.org/

Faydalanılan kaynak: Jak Deleon ‘Harold Pinter Tiyatrosu’

1 Ocak 2009 Perşembe

2009'a Mektup



2008'i bir veda yazısı ya da bir sene öncesinden yapılmamış işlerin bir sonraki seneye boca edildiği güya istek listesi tarzı bir arzuhalci mektubuyla bitirmektense, zaten hep harcanan, heba edilen yeni yılın ilk gününde yeni yıla bir mektup yazayım dedim.

Bunu neden düşündüğümü ya da bunun nereden aklıma geldiğini hemen aktarayım.

Bilirsiniz, genelde insanlar bir yılın bitiminde öyle veya böyle bir bilanço yaparlar ve bir sene öncesine kadar ne olmamışsa bunu yeni yıldan beklerler. Bir sene boyunca ne yapamamışlarsa yeni yıldan talep ederler. Bunu genelde hepimiz bir şekilde yaparız.

Bunu düşünürken aklıma 'Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır' deyiminin hikâyesi geldi. Bilir misiniz? Hatırladığım kadarıyla anlatayım: Çok eski zamanlarda Mart aslında 30 gün sürermiş. O kadar soğuk geçermiş, o kadar canından bezdirirmiş ki insanları, hepsi gitsin diye dualar edermiş. Gene böyle bir sene, Mart yapmadığını bırakmamış insanoğluna. Son gün artık herkes isyan etmiş ve hepsi yüksek sesle bağıra çağıra, göbek atarak, dans ederek 'yaşasın, gidiyor, bu son gün, yarın Nisan geliyor, kurtuluyoruz senden, keşke bir daha gelmesen' nidalarıyla Mart'ın gidişini kutlamaya başlamışlar. Mart çok bozulmuş. 'Ben size gösteririm' demiş ve gidip Nisan'ın kapısını çalmış. Nisan'a sormuş: 'Nisan kardeş, bana çocuklarından birini verebilir misin? Bir işim var bitiremedim. Onlardan biri bana lâzım.' demiş. Nisan da neden diye sormamış ve bir çocuğunu ona vermiş. Ertesi sabah Nisan geldi zannedip sıkı giyinmeyen, ateş yakmayan insanlar buz gibi bir Mart gününe ve gün boyu süren fırtınalara, kara ve soğuğa uyanmışlar. Kapıdan bakan içeri kaçıp evde ne bulursa yakıp ısınmaya çalışmış. Mart da intikamını almış olarak ertesi gün yerini Nisan'a bırakmış. O günden beri de Mart 31 gün sürermiş.

Ne alâka demeyin. Ben de şöyle düşündüm. Vızırdamayacağım, şikâyet etmeyeceğim, getirdiğiyle götürdüğüyle, kattığıyla eksilttiğiyle sonuçta yaşandı koca bir yıl. Bana gene de herşey için teşekkür etmek, olanlara aynanın öbür yanından bakmak yakışır diyorum. Onu uğurlamama sebebim yukarıdaki masalda saklı.

2009 geldi. Hoşgeldi!

Değişik olacağını gelişiyle belli etti. Normalde son derece heyecanlı, hareketli ve hazırlıklı bir şekilde karşılarım yeni yılı. Bu sene hazırlıklı olmasına hazırlıklıydım. Şampanyasına kadar herşey hazırdı da, yeni yıla girilen anda, 'a girmişiz' dedim yalnızca. 'Bu sene şunları yapacağım, bunları yapmayacağım' gibi bir liste hazırlamadım. 'Ay, sene sonuna kadar şu kitabı bitireyim, ilk olarak bu kitabı okuyayım' falan da demedim. Kırmızı don olayına girmedim. Kimseye hediye almadım. Normalde yapmadığım bir şey yaptım, bir mesaj yazıp sevdiğim herkese yolladım cep telefonumdan. Bunun öncesinde ve sonrasında bayağı bir mesaj geldi.


Evet, 2009. Biliyorum herkesin senden beklentileri var, herkesin talepleri var. Sen de her sene gibi 31 Aralık'ta uğurlanacak, yerini başka bir yıla bırakacaksın. Seni hemen unutup yenisine sarılacak insanoğlu. Bu doğal döngü. Şimdi herkes seni çok seviyor çünkü herkes bir umut, bu sene daha iyi olacak diyor. Ben işin felsefesine girmeden, olacak olanların ve bizi bekleyenlerin evrensel açılımını yapmadan direkt senden beklentilerime gireyim istersen. ;-)

Sevgili 2009...

* Ben öncelikle artık maddi açıdan iyi bir yerde ve durumda olmak istiyorum.

* İşlerimle ilgili planların düzene girmesini, işlerin planladığımız gibi gitmesini istiyorum. (Bu konuyla ilgili olarak 2008 girişimi başlatma yılıydı, nasıl kızayım 2008'e? Girişimlerin aksiyona dönüşme yılı da 2009 olacak. Nasıl beklentim olmasın?) Yani demem odur ki, kafamdaki epeyce bir planı projeyi hayata geçireyim artık sayende. Bu projeler belli; kendime ait turlarım, senaryo projelerim, film projelerimiz, Mardin projelerim, kadınlarla ilgili projeler, diğer sosyal içerikli projeler, kitap projelerim.

* Özel hayatımla ilgili biliyorum ki, her ne olacaksa benim için çok güzel olacak ve hayırlısı olmayacaksa yüce alem beni öylesine bir korumaya alır ki, o yüzden sana söylemek istediğim, sen de haliyle benim için iyisini bilirsin ve getireceksindir. :)

* Benim senden en büyük arzum, talebim, beklentim aslında hayvanlar, çocuklar ve çevreyle ilgili. 2008 utanç yılı oldu bence insanoğlu için. Haydi bir 'mucize' yarat da, insanoğlu hayvanlara, çocuklara, çevreye ve dünyaya daha saygılı ve duyarlı olsunlar. Bu sene bizleri şaşırtsınlar.

* Bu sene artık taşınayım. Kendime ait yaşamım ve evim olsun, eskisinden de güzel olsun. :)

Ben senden umutluyum 2009. Sessizce girdin hayatıma. Hoşgeldin! Güzellikler ve bereketinle geldin, ben eminim bundan.

Şaşırt bizi 2009!

Hoşgeldin!
Resim: İman Maleki

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails